ATEŞ OCAĞINDAN ÇIKAN BARDAK
BİSKÜVİ FABRİKASI VE DEĞİRMEN
İsmail Fandaklı
Antik kent Trabzon'un eskileri, gökkuşağına tutunmuşçasına mutlu bir yaşam sürmüş. Öyle ki, yaşanılır bir kent olması için her türlü ayrıntı düşünülmüş. Evler genellikle meyve ağaçları ve çiçeklerle süslü bahçelerin arka planındadır. Tokmaklı bahçe kapıları, kilide bağlanmış kocaman bir iple açılırdı. Bizim çocukluğumuz, söz konusu güzelliklerin son dönemlerine rastlar. Samanyolunun, belki de son mutlu çocukları olarak yaşadığımız kentte, birçok tanıklıklarımız da olmuştur.
Babamla gerçekleştirdiğimiz gezilerden bir başkası yine Değirmendere yolunda. 1965'te sonbahar zamanı… Tekke Mahallesi'ndeki evimizden çıkıp, Arafilboy / Köprübaşı'ndan Değirmendere'ye doğru yürüyoruz. Her zamanki gibi, babam yine birçok esnafla selamlaşıyor. Erzurum Caddesi üzerindeki tarihi çeşmenin önünden geçip Sahil Caddesi'ne varıyoruz. Yolun karşısında, Değirmendere Çarşısı'nın batı girişi. Biz, Sahil Caddesi'nden doğuya doğru yürüyoruz. Sağımızda, petrol istasyonu ve bitişiğinde Elousa Burnu'nun yola kadar uzanan yüksek kayaları. Sağımızdaki ilk binanın üst katına, daha sonraki yıllarda bisküvi fabrikası taşınmıştı. Aynı hizada uzunca bir eski yapı vardı. O yıllarda bu binanın ne olduğunu bilmiyordum. Daha sonraları babamdan öğrendiğime göre, geçmişte bu bina Süvari Birliği'nin askeriye koğuşu imiş.
Yolumuza devam edip eski Erzurum Caddesi'nin girişinin az ilerisindeki caminin hemen önünden sola dönüyoruz. Yaklaşık yüz metre ilerideki ilk aralıkta bir binaya giriyoruz. Babam, kapıda beklememi söylüyor. İçeride çok fazla kalmayıp dışarıya çıktığında elinde bir kutu bisküvi olduğunu görünce çok seviniyorum. Bu kutuyu çok iyi tanıyorum çünkü, babam bize sürekli bisküvi alırdı. Bisküvilerin nereden alındığına ilk kez tanık olmuştum.
Burası, Trabzon'un çok önemli bir ihtiyacını karşılayan bisküvi fabrikası. Daha sonraki yıllarda taşınan fabrika, Değirmendere Çarşısı, batı girişinin hemen sağındaki ilk binanın ikinci katında üretime bir süre daha devam etmişti.
Oradan ayrılıp, doğuya doğru yolumuza devam ediyoruz. Yaklaşık yirmi metre ileride, sağ tarafta büyük bir dükkanın önünden geçerken, ön tarafta oturanlarla selamlaşıp oturuyor babam. Yanlarında dikilirken etrafa bakınıyorum. Büyük dükkanın camekanından içeriye bakarken, ne olduğunu anlamadım, biraz da ürkütücü işlerin yapıldığını fark ediyorum. Birkaç adım yaklaşıyorum, korkarak da olsa içeriyi izleyip ne yaptıklarını anlamaya çalışıyorum. Kocaman bir ateş yanıyor, iki tarafında kolları var ve ara sıra onları hareket ettiriyorlar. Uzunca bir sopanın ucundaki her ne ise kor halinde yanan ateşin içine sokup çıkarıyorlar. Her çıkarışta, elindeki sopanın ucundan üflüyor ateş başındaki adam. Şişmesinden balona benzetiyorum ama ateşten çıktığı için de bir anlam veremiyorum.
Sonra, adam elindeki sopayı havada hafifçe hareket ettirirken, küçük daireler de çiziyor. Sırtı bana dönük olduğu için görmekte zorlanıyorum. O yaşta ne yaptığını anlamam mümkün değil. Uzunca sopa ucundaki kırmızıya dönüşmüş her ne ise birkaç şekle girdikten sonra bir de baktım ki bardak oldu. Hayranlıkla izlediğim bu alay benim için mucize gibiydi.
İşin başındaki atam, dükkan kapısındaki cama alnını dayamış, dikkatle içeriyi izleyen bir çocuk görünce, ikinci bardak yapımını yüzü dönük olarak gerçekleştiriyor. Çocukça ama, kendimce anlamıştım; ateş kazanından bardak çıkıyor!..
O kadar dalıp gitmişim ki, babamın birkaç kes seslenmesini duymamışım. Yanıma kadar gelip, "Sana sesleniyorum, beni duymuyor musun? Hadi gidiyoruz" deyişiyle kendime geldim. Oradan ayrılmak istemesem de, babamın arkasından yürümeye devam ettim. Biraz ileride tarlaların arasındaki patikalardan taş yapılı bir binanın önüne geliyoruz. Kapı açık, içeriden belli belirsiz, benim bir anlam veremediğim farklı sesler geliyor.
Babam, içeriye girince yüksek sesle selam verdi. İçerideki adam, kapıya doğru bakınca, "Ooo Kemal Bey, hoş geldin" dedi ve oturması için bir tabure verdi. Ne olduğunu anlamadığım dönüp duran bir şeyler var. Binanın altından sanki dere akıyor! Kapı üzerinde donup kalmışım. İçeride olup biten her ne ise beni hem korkuttu, hem de meraklandırdı. Aradan ne kadar zaman geçti bilemiyorum. İçerideki adam, çalışan sistemi durdurup babamın yanına gidip oturdu. "Kemal Bey, çayım taze, seninle çay içerken, biraz da soluklanmış olurum" dedi ve doğruca gaz ocağının (benim de çok iyi bildiğim) yanına gitti. Birkaç pompalamanın ardından iki bardak alıp çayları doldurduktan sonra oturup sohbete başladılar.
Belli ki beni unutmuşlardı!.. Babam, beni çağırınca, içerideki adam, "Yahu, biz daldık sohbete, çocuğu unuttuk. Gel bakalım oğlum, sen de şöyle otur" dese de kapı eşiğindeki duruşumu hiç bozmadan bakıyorum. Yanıma gelip elimden tuttu ve içeriye aldı. Korktuğumu anlamış gibiydi. Biraz önce çalışırken beni korkutan makinenin yanına getirdi. Durmam gereken yeri gösterdikten sonra yeniden çalıştırmaya başladı.
Suyun akışı ve çıkardığı ses hoş bir melodi gibi. İyi de bu kocaman çarkı kim çeviriyor da böylesine hızlı dönüyor? Sağa sola bakınıp, anlamaya çalışıyorum. Üst üste kocaman taşlardan alttaki duruyor, üstteki dönüyor. Onu da döndüren yok!.. Korkuyu yenmiştim ama merakımı bir türlü gideremiyorum. Bütün bunları kim döndürüyor? Taş döndükçe sarı bir toz alttaki kovaya dökülmeye başladı. Bir iki adımla ne olduğunu anlamak için yaklaştım. İçerideki adam yanıma geldi, "Bak oğlum, burası değirmen. Aşağıdan akan su, bu çarkı döndürüyor. Çark dönünce de değirmen taşı dönüyor ve mısırları öğütüp un haline getiriyor" diye beni bilgilendirdi.
O yaşta, çok sesli bir orkestrayı biliyor olsaydım, emin olun aklıma ilk gelen insansız senfoni orkestrası olurdu. Öyle ki, çalışan o sistemin çıkardığı ses, müzik gibi geliyordu bana.
Geçmişte, Değirmendere havzasında otuz yedi değirmen varmış. Ya şimdi!.. Çiftçimizin büyük bir emek vererek alın teriyle ürettikleri, nerelerden geçip sofralarımıza geliyordu. O yıllarda üretici de mutluydu, bizler de çünkü, soframızdan ekmek eksik olmuyordu.
Değirmene giderken, babamın elinde küçük bir torba vardı. İşini bitiren değirmen sahibi, babamın getirdiği mısırı da öğüttükten sonra oradan ayrıldık.
Daha sonraki yıllarda öğreniyorum, gittiğimiz değirmeni geçmişte Hamdi Melek işletiyormuş. Değirmen, aslen Akçaabat / Çarşudalı, daha sonraki yıllarda Çömlekçi Mahallesi'ne yerleşmiş, Gülüzar - Hüseyin oğlu Hamdi Melek'e aitmiş. Namı diğer "Onbaşı Hamdi", Çömlekçi Mahallesi'nin tanıdık simalarından Hikmet Melek'in babası, eski futbolcu ve turizmci "Jet Cemil"in de büyükbabası. 1 Temmuz 1896'da Akçaabat'ta doğan Hamdi Melek, 22 Nisan 1947'de Trabzon'da vefat edince, değirmen satılmış. Babamla gittiğimizde, değirmeni kimin işlettiğini bilmiyorum.
Geçmişte, birçok ihtiyacını kendi ürettikleriyle karşılayan Trabzon halkı, son yıllarda dışa bağımlı hale geldi. Sebze yetiştirecek toprak kalmadı… Meyvelerin süslediği bahçeler, "apartuman"lara tahsis edildi!.. Mensucat, lastik, bisküvi, balık unu ve yağı vb. fabrikaları olmayınca, kapitalizmin tuzağı mağazalara mahkum edilen halkımızın, elde ettiği kazancın birçoğu başka kent ya da ülkelere gidiyor!..
O mutlu günleri yaşayıp güzelliklere tanık olduğumuz için sevinelim mi, yoksa gelecek kuşaklara hiçbirini bırakamadığımız için üzülelim mi? Bilemedim!..
BİSKÜVİ FABRİKASI VE DEĞİRMEN
İsmail Fandaklı
Antik kent Trabzon'un eskileri, gökkuşağına tutunmuşçasına mutlu bir yaşam sürmüş. Öyle ki, yaşanılır bir kent olması için her türlü ayrıntı düşünülmüş. Evler genellikle meyve ağaçları ve çiçeklerle süslü bahçelerin arka planındadır. Tokmaklı bahçe kapıları, kilide bağlanmış kocaman bir iple açılırdı. Bizim çocukluğumuz, söz konusu güzelliklerin son dönemlerine rastlar. Samanyolunun, belki de son mutlu çocukları olarak yaşadığımız kentte, birçok tanıklıklarımız da olmuştur.
Babamla gerçekleştirdiğimiz gezilerden bir başkası yine Değirmendere yolunda. 1965'te sonbahar zamanı… Tekke Mahallesi'ndeki evimizden çıkıp, Arafilboy / Köprübaşı'ndan Değirmendere'ye doğru yürüyoruz. Her zamanki gibi, babam yine birçok esnafla selamlaşıyor. Erzurum Caddesi üzerindeki tarihi çeşmenin önünden geçip Sahil Caddesi'ne varıyoruz. Yolun karşısında, Değirmendere Çarşısı'nın batı girişi. Biz, Sahil Caddesi'nden doğuya doğru yürüyoruz. Sağımızda, petrol istasyonu ve bitişiğinde Elousa Burnu'nun yola kadar uzanan yüksek kayaları. Sağımızdaki ilk binanın üst katına, daha sonraki yıllarda bisküvi fabrikası taşınmıştı. Aynı hizada uzunca bir eski yapı vardı. O yıllarda bu binanın ne olduğunu bilmiyordum. Daha sonraları babamdan öğrendiğime göre, geçmişte bu bina Süvari Birliği'nin askeriye koğuşu imiş.
Yolumuza devam edip eski Erzurum Caddesi'nin girişinin az ilerisindeki caminin hemen önünden sola dönüyoruz. Yaklaşık yüz metre ilerideki ilk aralıkta bir binaya giriyoruz. Babam, kapıda beklememi söylüyor. İçeride çok fazla kalmayıp dışarıya çıktığında elinde bir kutu bisküvi olduğunu görünce çok seviniyorum. Bu kutuyu çok iyi tanıyorum çünkü, babam bize sürekli bisküvi alırdı. Bisküvilerin nereden alındığına ilk kez tanık olmuştum.
Burası, Trabzon'un çok önemli bir ihtiyacını karşılayan bisküvi fabrikası. Daha sonraki yıllarda taşınan fabrika, Değirmendere Çarşısı, batı girişinin hemen sağındaki ilk binanın ikinci katında üretime bir süre daha devam etmişti.
Oradan ayrılıp, doğuya doğru yolumuza devam ediyoruz. Yaklaşık yirmi metre ileride, sağ tarafta büyük bir dükkanın önünden geçerken, ön tarafta oturanlarla selamlaşıp oturuyor babam. Yanlarında dikilirken etrafa bakınıyorum. Büyük dükkanın camekanından içeriye bakarken, ne olduğunu anlamadım, biraz da ürkütücü işlerin yapıldığını fark ediyorum. Birkaç adım yaklaşıyorum, korkarak da olsa içeriyi izleyip ne yaptıklarını anlamaya çalışıyorum. Kocaman bir ateş yanıyor, iki tarafında kolları var ve ara sıra onları hareket ettiriyorlar. Uzunca bir sopanın ucundaki her ne ise kor halinde yanan ateşin içine sokup çıkarıyorlar. Her çıkarışta, elindeki sopanın ucundan üflüyor ateş başındaki adam. Şişmesinden balona benzetiyorum ama ateşten çıktığı için de bir anlam veremiyorum.
Sonra, adam elindeki sopayı havada hafifçe hareket ettirirken, küçük daireler de çiziyor. Sırtı bana dönük olduğu için görmekte zorlanıyorum. O yaşta ne yaptığını anlamam mümkün değil. Uzunca sopa ucundaki kırmızıya dönüşmüş her ne ise birkaç şekle girdikten sonra bir de baktım ki bardak oldu. Hayranlıkla izlediğim bu alay benim için mucize gibiydi.
İşin başındaki atam, dükkan kapısındaki cama alnını dayamış, dikkatle içeriyi izleyen bir çocuk görünce, ikinci bardak yapımını yüzü dönük olarak gerçekleştiriyor. Çocukça ama, kendimce anlamıştım; ateş kazanından bardak çıkıyor!..
O kadar dalıp gitmişim ki, babamın birkaç kes seslenmesini duymamışım. Yanıma kadar gelip, "Sana sesleniyorum, beni duymuyor musun? Hadi gidiyoruz" deyişiyle kendime geldim. Oradan ayrılmak istemesem de, babamın arkasından yürümeye devam ettim. Biraz ileride tarlaların arasındaki patikalardan taş yapılı bir binanın önüne geliyoruz. Kapı açık, içeriden belli belirsiz, benim bir anlam veremediğim farklı sesler geliyor.
Babam, içeriye girince yüksek sesle selam verdi. İçerideki adam, kapıya doğru bakınca, "Ooo Kemal Bey, hoş geldin" dedi ve oturması için bir tabure verdi. Ne olduğunu anlamadığım dönüp duran bir şeyler var. Binanın altından sanki dere akıyor! Kapı üzerinde donup kalmışım. İçeride olup biten her ne ise beni hem korkuttu, hem de meraklandırdı. Aradan ne kadar zaman geçti bilemiyorum. İçerideki adam, çalışan sistemi durdurup babamın yanına gidip oturdu. "Kemal Bey, çayım taze, seninle çay içerken, biraz da soluklanmış olurum" dedi ve doğruca gaz ocağının (benim de çok iyi bildiğim) yanına gitti. Birkaç pompalamanın ardından iki bardak alıp çayları doldurduktan sonra oturup sohbete başladılar.
Belli ki beni unutmuşlardı!.. Babam, beni çağırınca, içerideki adam, "Yahu, biz daldık sohbete, çocuğu unuttuk. Gel bakalım oğlum, sen de şöyle otur" dese de kapı eşiğindeki duruşumu hiç bozmadan bakıyorum. Yanıma gelip elimden tuttu ve içeriye aldı. Korktuğumu anlamış gibiydi. Biraz önce çalışırken beni korkutan makinenin yanına getirdi. Durmam gereken yeri gösterdikten sonra yeniden çalıştırmaya başladı.
Suyun akışı ve çıkardığı ses hoş bir melodi gibi. İyi de bu kocaman çarkı kim çeviriyor da böylesine hızlı dönüyor? Sağa sola bakınıp, anlamaya çalışıyorum. Üst üste kocaman taşlardan alttaki duruyor, üstteki dönüyor. Onu da döndüren yok!.. Korkuyu yenmiştim ama merakımı bir türlü gideremiyorum. Bütün bunları kim döndürüyor? Taş döndükçe sarı bir toz alttaki kovaya dökülmeye başladı. Bir iki adımla ne olduğunu anlamak için yaklaştım. İçerideki adam yanıma geldi, "Bak oğlum, burası değirmen. Aşağıdan akan su, bu çarkı döndürüyor. Çark dönünce de değirmen taşı dönüyor ve mısırları öğütüp un haline getiriyor" diye beni bilgilendirdi.
O yaşta, çok sesli bir orkestrayı biliyor olsaydım, emin olun aklıma ilk gelen insansız senfoni orkestrası olurdu. Öyle ki, çalışan o sistemin çıkardığı ses, müzik gibi geliyordu bana.
Geçmişte, Değirmendere havzasında otuz yedi değirmen varmış. Ya şimdi!.. Çiftçimizin büyük bir emek vererek alın teriyle ürettikleri, nerelerden geçip sofralarımıza geliyordu. O yıllarda üretici de mutluydu, bizler de çünkü, soframızdan ekmek eksik olmuyordu.
Değirmene giderken, babamın elinde küçük bir torba vardı. İşini bitiren değirmen sahibi, babamın getirdiği mısırı da öğüttükten sonra oradan ayrıldık.
Daha sonraki yıllarda öğreniyorum, gittiğimiz değirmeni geçmişte Hamdi Melek işletiyormuş. Değirmen, aslen Akçaabat / Çarşudalı, daha sonraki yıllarda Çömlekçi Mahallesi'ne yerleşmiş, Gülüzar - Hüseyin oğlu Hamdi Melek'e aitmiş. Namı diğer "Onbaşı Hamdi", Çömlekçi Mahallesi'nin tanıdık simalarından Hikmet Melek'in babası, eski futbolcu ve turizmci "Jet Cemil"in de büyükbabası. 1 Temmuz 1896'da Akçaabat'ta doğan Hamdi Melek, 22 Nisan 1947'de Trabzon'da vefat edince, değirmen satılmış. Babamla gittiğimizde, değirmeni kimin işlettiğini bilmiyorum.
Geçmişte, birçok ihtiyacını kendi ürettikleriyle karşılayan Trabzon halkı, son yıllarda dışa bağımlı hale geldi. Sebze yetiştirecek toprak kalmadı… Meyvelerin süslediği bahçeler, "apartuman"lara tahsis edildi!.. Mensucat, lastik, bisküvi, balık unu ve yağı vb. fabrikaları olmayınca, kapitalizmin tuzağı mağazalara mahkum edilen halkımızın, elde ettiği kazancın birçoğu başka kent ya da ülkelere gidiyor!..
O mutlu günleri yaşayıp güzelliklere tanık olduğumuz için sevinelim mi, yoksa gelecek kuşaklara hiçbirini bırakamadığımız için üzülelim mi? Bilemedim!..