BEYNİMİZDE ÇAKILI KALAN PASLI ÇİVİ YA DA
TRABZON’DA EDEBİYAT GÜNLERİ
Kıyısı ve kumsalı olan bir balıkçı mahallesinde geçti çocukluğum. Trabzon deyince aklıma Ayasofya’dan Faroz’a uzanan o güzelim kumsal gelir. Bir de denize tespih taneleri gibi uzanan tombul kayalar. Üzerlerinden yürüyerek denizi ortalardık. O büyülü hiç’liğin sonunda yosunları yalayan dalgacıkları, kayalarda gezinip, midyelerle oynaşan balıkları seyretmek ne büyük keyif verirdi bize.
Kum, ilk gördüğüm serap; hiç’in sonunda gördüğüm yosun, midye ve balıklardı. Kayaların üzerinde teyelleyerek yürüme provaları… Bu geri dönmeler, usumu zorlayan zorlu bilinç talanı. Belki beni asıl etkileyen iskandili indirdiğim kuyuda boğulan çölün ve denizin paradoksuydu. Her iki kavram da bozulmamışlığın simgesi olarak dağarcığımda somurtuyor.
Çocukluğum Yenimahalle’de geçmişti. İlkokulu Faroz’u bekleyen kule; Cumhuriyet’te okudum. Bir koşu sahile iner, kumsalda bata çıka koşardık. Her şey kendiliğinden birbirine eklemlendi. Martılardan, takalardan replik alan bir oyuncu gibi, fırtınalı kıyıda harmanlanan uzun bir senfoni kısa sürdü.
Bir gün tekerlekleri iki insan boyunda kocaman iş makinelerinin talanı başladı.
Dışarıda bir sürü Trabzon olmasına rağmen ve ‘Trabzonluluğu’ dışarıdakilerin yaşamasına rağmen; Yoroz Fenerini dönünce kentin kareyi tamamlayan oyuncusu olmanın büyüsü bitiyor. Sanal ve daha öznel bir kentli kimliğiyle dönüşüyor insan.
Düş kentlerini bilirsiniz menkıbelerle çoğaltırlar kendilerini. Her haliyle çok güzeldirler! Gel gör ki; bu kadim kentin mirasyedisi olmaktan keyif alanların talanından kurtaramıyoruz dört bin yıllık medeniyetin son kalan kuleleri. Yüz sene, iki yüz sene, bin sene önce bir ‘başkent’ kimliğini taşıyan Trabzon, son yarım yüzyıldan biraz daha fazla oldu; ‘taşra’lılığı pasaportuna yazdırırken hiç acı çekmedi. Hiç ar etmedi, bu düşkırımın farkında bile olmadı. Bilincimizi, belleğimizi, hücrelerimizi zorlayan bu heyelânları, yarılmaları düşünürsek, irtifa kaybetmenin paslı bir çivi kimliği ile beynimizi kangrene çevirdiğini çok daha rahat görürüz.
*
Trabzonspor olgusu, Sümela’nın tarihi, Uzungöl’ün coğrafi panoramasından ibaret bir imaj çiziliyor Trabzon’a. Yapay zekalar mutfak kültürüne geleneksellikle hiç ilgisi olmayan gurmeler sokuşturuyor.
Trabzon, sosyal ve kültürel platformda Anadolu'nun bir çok ilklerine de ev sahipliği yaparken; Coğrafi konumu itibarıyla ipek yolunu Bahrisiyah'a bağlayan tek kapıydı. Tarihsel süreçte; Miletler, Persler, Romalılar, Bizanslılar ve Komnenos'ların egemenliği altında kalmış, 1461 yılında Sultan Mehmet'in fethiyle Osmanlı hakimiyetine girmiştir. Şehzade Kanuni'nin doğup büyüdüğü, Yavuz'un valilik yaptığı kentte; Roma, Bizans ve Osmanlı döneminden günümüze ulaşan pek çok tarihsel anıt orijinalliğini korumaktadır.
Evliya Çelebi, Seyahatname'sinde (1640) kenti şöyle anlatır: "Trabzon'lular temiz giyimli, okumuş, bilgili kimselerdir. Şiir yazan, gazel söyleyen, Farsça bilen nice şairleri vardır. Ortahisar'da seksen dükkanlık 'Küçük Pazar' denen bir çarşısı vardır ki, burada her türlü esnaf bulunur."
'Mekanların poetik öyküsü' birey olma bilincinin de öyküsüdür aynı zamanda. Belleğimde bozulmamış sahiliyle, karayemişiyle, inciri ve püsküle durmuş mısır tarlalarıyla derin izlerini hala taşır.
*
İstanbul’un spor saltanatına depremler yaşatan “amatör yürekli bir avuç gönüllü olarak” futbolda söz sahibi idik. Ne yaparsak göze batıyordu. Sahalarda sportmence durdurulamayan bu azimli kentin başarısının “yerellik ve amatör ruh” ile bütünleştiğini, bu gücü centilmence aşamayacağını anlayan İstanbul saltanatı; hilenin, emek hırsızlığının, kirli oyunların içinde olmuştur. Şehrin insanını en küçük fırsatta lekelemek için yarışır hale gelen liyakatsiz medya, kültürsüzlüğün lekelerini tescillemiştir.
‘Direnen kent’ kimliğine bütün sanatlarda markasını koymakla birlikte toplumsal hafızasını kaybetmiş olsa da Trabzon elbette bir yaşam kentidir. Yetmişli yıllarda bütün rezervlerini futbola ihale ederek sosyal ve kültürel hedeflerini saptırmış olsa da; Amatör ruhla profesyonel işler yapma erdemi, yürekliliği gen haritasıyla açıklanabilir belki.
Bu kulüplerin kültürel hayata katılmalarını hatırladığımızda buruk bir heyecan ve hüzün yaşarım. Trabzon’da futbolun başlangıcını okuyanlar bilir ki, 1920’li yılların başında futbol sevdalıları; sahalarda sürdürdükleri başarı ve rekabeti sahnelere ‘tiyatro’ yaparak sürdürmüştür.
Bugün futbolda kotarılan paraların kırkta biri 'başı gözü sadakası' niyetine kültürel aktivitelere aktarılsa, sanatın daha etkin olabilmesine, kültür sanat insanlarının özlenen ütopyasına yetecektir. Kent kültürü kavramının içini dolduran motiflerden biri olabilir spor, fakat “bahis ekonomisini” biricik amaç kılıp, kültürü ve spor etiğini görmezden gelerek, yukarda sözünü ettiğim heyelânı büyütmektedir.
Anlatma ve aktarma. Bu bir arz-talep sorunudur. Trabzon’da bu köprü hep bireysel çabalarla kurulmuştur. Hantal yapısıyla bürokrasiyi, bürokratların Trabzon düşmanlığını tartışmaya gerek yok.
Bu sıradan ezberleri bozacak olan sivil toplum örgütlerinin ‘bir iş’ yapma yetisinde olduğuna inanmıyorum. Sadece iri ve yuvarlak ‘laf’ları üretilerek, her açmazı devletin beceriksiz kademelerine ihale ederek, daha kolaycı ve çıkarcı bir güruh olma zafiyetleri içinde laylay lom beşiği sallıyorlar.
Sadece spora endeksleme arabesk bir topluma dönüştürülme çabamızın bir sonucu olsa gerek. Spordaki başarısını kültürde, siyasette, ekonomide de gösterirken; şehri çok rahat besleyecek iş adamlarının şehrimize dönük ekonomik çalışma planlarına itibar etmemektedir..
Kültürler aracısını bir şekilde bulur. Sanatlar yapılır, yapılan iş’in mutlaka bir müşterisi de vardır.
Öncelikle Trabzon’u dışarıda yaşamaya çalışan bürokrat ve işadamlarının, geriye dönük yatırımlar yapması gerekiyor.
Bir kimlik gelişimi yaşanacaksa bu dışardan gelen destek ve birikimle olacaktır.
*
Trabzon’un İstanbul’dan, Paris’ten, Roma’dan daha kadim bir kent olduğunu biliyoruz. Henüz oylumlu bir arkeolojik kazı yapılmadığı için dört bin yılla (bazı bulgulara göre yedi bin) tarihlenen kent hâlâ tarihsel gizemini koruyor.
7.yy.da iki tiyatrosunun olduğu, Trabzon, Anadolu'da matbaacılık ve mevkute basımında ilklerin kentidir. 1865'te 'Trabzon Vilâyet Matbaası' kurulur, Anadolu'da ilk gazetelerden Trabzon, Envar-ı Şarkiye, 1867'de yayımlanır. 'Salname-i Vilayet-i Trabzon', adıyla 1869'da ilk salname, aynı yıl 'Trabzon' resmi gazetesi basılır. Eyübzade Osman Nuri'nin 1901'de kurduğu 'İkbal Matbaası'nda; Feyz, İkbal, Hekim, Güzel Pulathane gibi gazeteler; Envar-ı Vicdan, Tilki, Genç Fikirler, İlk Adım, Yeni Terbiye, Trabzon Muallimler Birliği mecmuaları basılır. Naci Bey, Meşveret Matbaasında 1907 yılında "Trabzon'da Meşveret" gazetesini ve 1909'da 'Kehkeşan' (Anadolu basınında ilk dergi) çıkarır. Edebiyat dergileri haricinde güncel gazetelerde sanat sayfaları hazırlandığını hatırlatalım.
1929’da Kendi kaynağından üretilen elektriğin şehri aydınlatmasına kadar, jeneratörle çalışan sinemasının gösterimde olduğunu düşünürsek şehrin kültür haritasını daha iyi çıkarmış oluruz.
Temsiliyeti iki bağlamda düşünelim. Oluşturma ve destekleme!..
*
Kentin kışkırtan ruhu kulağımıza neleri üfler? Ne kadar hassasız? Zaten tanımlamayı ‘marka’ olarak almak istiyorsak; bu yorgun kentin insanı ‘imaj’ını bireysel çalışmalarıyla kanıtlamadı mı? Mutlaka ‘marka kent’ kavramı içinde tanımlanacaksa; unut(turu)ulan kimliğimize, etkinliğimize, kültürümüze sahip olmak için, bireysel komplekslerden kurtulup; bir araya gelememe zafiyetini aşmak zorundayız.
Hiç şüpheniz olmasın. Kadim kentlerin kültür genleri çoğalarak taşınan bir mirastır. Yüz yıllık bir yalnızlık yaşadık. Ölü toprağını üzerimizden atmak, politik cehalete rağmen gerçekleşecektir. Biliyorum ki; bilinçli, kültür ve estetik donanımlı sanatçımız, kentiyle ve kent insanıyla barışık yaşama ustalığıyla bürokrasi ve cehalet barikatlarını aradan kaldıracaktır.
*
Edip Cansever gibi söylersek: "İnsan yaşadığı yere benzer/ O yerin suyuna, o yerin toprağına benzer"
Kentsel kimlik; taşın, ahşabın ve doğanın menkıbesiyle itibarını korumak için direnedursun, kentlerin kültürel dokusu hızla değiştiriliyor. Bu hızlı değişiminde yaşanan kimlik sorunsalıyla 'kırsal kültür' kentlerde çok hızlı egemen oldu. Modernleşme süreciyle, köy kültürünün ve modern tereddütlerin kesilip, kadim kent yaşamına yapıştırılarak sürdürülen yozlaşma, sosyal çatlağı da günden güne büyütüyor.
İşgal yıllarında Trabzon’a ilk yıkımı getiren Rus’lardır. Bu kıyım, altmışlı yıllarda modern şehirleşme adına yeniden hortlatılır.
Yenimahalle de oturuyorduk. Evimizle sahil arasında bir sokak vardı. Balıkçı kulübeleri ve kumsal, önümüzde alabildiğine derya-deniz!.. Bir gün kocaman iş makineleri kumu moloz yığınlarıyla örtmeye başladı. İşte yıkımın yıkımı diye düşünmüştüm çocuk aklımla. Her ne kadar reddiyeler hazırlayıp “durmalı bu tahribat” diye çırpınsak da politik akıl sağduyudan yoksun hareket etmiştir.
Taşranın merkezi konumundaki Trabzon’un, merkezin taşrası olması görüntüsünü aşamamıştır. Üniversitenin kent kültürüne ne kattığına bir yanıt bulamıyorum. Zaman zaman heyecanı yüreğinde harmanlayan ‘gönüllü birileri’ bireysel güzel ‘iş’ler yapıyorsa da, hepsi o kadar. Zaten yurdumuzdaki eğitimin içler acısı halini biliyoruz. Dünya standartlarında çok aşağılarda olmasının faturasını kimse üstlenmiyor.
Marka olarak bir öncelliği olmalıydı KTÜ’nin. Kriterimiz bu olsun. Ekonomik bağlamdaki getirisi daha elle tutulur görüntü sergiliyor olmalı.
TRABZON’DA EDEBİYAT GÜNLERİ
Kıyısı ve kumsalı olan bir balıkçı mahallesinde geçti çocukluğum. Trabzon deyince aklıma Ayasofya’dan Faroz’a uzanan o güzelim kumsal gelir. Bir de denize tespih taneleri gibi uzanan tombul kayalar. Üzerlerinden yürüyerek denizi ortalardık. O büyülü hiç’liğin sonunda yosunları yalayan dalgacıkları, kayalarda gezinip, midyelerle oynaşan balıkları seyretmek ne büyük keyif verirdi bize.
Kum, ilk gördüğüm serap; hiç’in sonunda gördüğüm yosun, midye ve balıklardı. Kayaların üzerinde teyelleyerek yürüme provaları… Bu geri dönmeler, usumu zorlayan zorlu bilinç talanı. Belki beni asıl etkileyen iskandili indirdiğim kuyuda boğulan çölün ve denizin paradoksuydu. Her iki kavram da bozulmamışlığın simgesi olarak dağarcığımda somurtuyor.
Çocukluğum Yenimahalle’de geçmişti. İlkokulu Faroz’u bekleyen kule; Cumhuriyet’te okudum. Bir koşu sahile iner, kumsalda bata çıka koşardık. Her şey kendiliğinden birbirine eklemlendi. Martılardan, takalardan replik alan bir oyuncu gibi, fırtınalı kıyıda harmanlanan uzun bir senfoni kısa sürdü.
Bir gün tekerlekleri iki insan boyunda kocaman iş makinelerinin talanı başladı.
Dışarıda bir sürü Trabzon olmasına rağmen ve ‘Trabzonluluğu’ dışarıdakilerin yaşamasına rağmen; Yoroz Fenerini dönünce kentin kareyi tamamlayan oyuncusu olmanın büyüsü bitiyor. Sanal ve daha öznel bir kentli kimliğiyle dönüşüyor insan.
Düş kentlerini bilirsiniz menkıbelerle çoğaltırlar kendilerini. Her haliyle çok güzeldirler! Gel gör ki; bu kadim kentin mirasyedisi olmaktan keyif alanların talanından kurtaramıyoruz dört bin yıllık medeniyetin son kalan kuleleri. Yüz sene, iki yüz sene, bin sene önce bir ‘başkent’ kimliğini taşıyan Trabzon, son yarım yüzyıldan biraz daha fazla oldu; ‘taşra’lılığı pasaportuna yazdırırken hiç acı çekmedi. Hiç ar etmedi, bu düşkırımın farkında bile olmadı. Bilincimizi, belleğimizi, hücrelerimizi zorlayan bu heyelânları, yarılmaları düşünürsek, irtifa kaybetmenin paslı bir çivi kimliği ile beynimizi kangrene çevirdiğini çok daha rahat görürüz.
*
Trabzonspor olgusu, Sümela’nın tarihi, Uzungöl’ün coğrafi panoramasından ibaret bir imaj çiziliyor Trabzon’a. Yapay zekalar mutfak kültürüne geleneksellikle hiç ilgisi olmayan gurmeler sokuşturuyor.
Trabzon, sosyal ve kültürel platformda Anadolu'nun bir çok ilklerine de ev sahipliği yaparken; Coğrafi konumu itibarıyla ipek yolunu Bahrisiyah'a bağlayan tek kapıydı. Tarihsel süreçte; Miletler, Persler, Romalılar, Bizanslılar ve Komnenos'ların egemenliği altında kalmış, 1461 yılında Sultan Mehmet'in fethiyle Osmanlı hakimiyetine girmiştir. Şehzade Kanuni'nin doğup büyüdüğü, Yavuz'un valilik yaptığı kentte; Roma, Bizans ve Osmanlı döneminden günümüze ulaşan pek çok tarihsel anıt orijinalliğini korumaktadır.
Evliya Çelebi, Seyahatname'sinde (1640) kenti şöyle anlatır: "Trabzon'lular temiz giyimli, okumuş, bilgili kimselerdir. Şiir yazan, gazel söyleyen, Farsça bilen nice şairleri vardır. Ortahisar'da seksen dükkanlık 'Küçük Pazar' denen bir çarşısı vardır ki, burada her türlü esnaf bulunur."
'Mekanların poetik öyküsü' birey olma bilincinin de öyküsüdür aynı zamanda. Belleğimde bozulmamış sahiliyle, karayemişiyle, inciri ve püsküle durmuş mısır tarlalarıyla derin izlerini hala taşır.
*
İstanbul’un spor saltanatına depremler yaşatan “amatör yürekli bir avuç gönüllü olarak” futbolda söz sahibi idik. Ne yaparsak göze batıyordu. Sahalarda sportmence durdurulamayan bu azimli kentin başarısının “yerellik ve amatör ruh” ile bütünleştiğini, bu gücü centilmence aşamayacağını anlayan İstanbul saltanatı; hilenin, emek hırsızlığının, kirli oyunların içinde olmuştur. Şehrin insanını en küçük fırsatta lekelemek için yarışır hale gelen liyakatsiz medya, kültürsüzlüğün lekelerini tescillemiştir.
‘Direnen kent’ kimliğine bütün sanatlarda markasını koymakla birlikte toplumsal hafızasını kaybetmiş olsa da Trabzon elbette bir yaşam kentidir. Yetmişli yıllarda bütün rezervlerini futbola ihale ederek sosyal ve kültürel hedeflerini saptırmış olsa da; Amatör ruhla profesyonel işler yapma erdemi, yürekliliği gen haritasıyla açıklanabilir belki.
Bu kulüplerin kültürel hayata katılmalarını hatırladığımızda buruk bir heyecan ve hüzün yaşarım. Trabzon’da futbolun başlangıcını okuyanlar bilir ki, 1920’li yılların başında futbol sevdalıları; sahalarda sürdürdükleri başarı ve rekabeti sahnelere ‘tiyatro’ yaparak sürdürmüştür.
Bugün futbolda kotarılan paraların kırkta biri 'başı gözü sadakası' niyetine kültürel aktivitelere aktarılsa, sanatın daha etkin olabilmesine, kültür sanat insanlarının özlenen ütopyasına yetecektir. Kent kültürü kavramının içini dolduran motiflerden biri olabilir spor, fakat “bahis ekonomisini” biricik amaç kılıp, kültürü ve spor etiğini görmezden gelerek, yukarda sözünü ettiğim heyelânı büyütmektedir.
Anlatma ve aktarma. Bu bir arz-talep sorunudur. Trabzon’da bu köprü hep bireysel çabalarla kurulmuştur. Hantal yapısıyla bürokrasiyi, bürokratların Trabzon düşmanlığını tartışmaya gerek yok.
Bu sıradan ezberleri bozacak olan sivil toplum örgütlerinin ‘bir iş’ yapma yetisinde olduğuna inanmıyorum. Sadece iri ve yuvarlak ‘laf’ları üretilerek, her açmazı devletin beceriksiz kademelerine ihale ederek, daha kolaycı ve çıkarcı bir güruh olma zafiyetleri içinde laylay lom beşiği sallıyorlar.
Sadece spora endeksleme arabesk bir topluma dönüştürülme çabamızın bir sonucu olsa gerek. Spordaki başarısını kültürde, siyasette, ekonomide de gösterirken; şehri çok rahat besleyecek iş adamlarının şehrimize dönük ekonomik çalışma planlarına itibar etmemektedir..
Kültürler aracısını bir şekilde bulur. Sanatlar yapılır, yapılan iş’in mutlaka bir müşterisi de vardır.
Öncelikle Trabzon’u dışarıda yaşamaya çalışan bürokrat ve işadamlarının, geriye dönük yatırımlar yapması gerekiyor.
Bir kimlik gelişimi yaşanacaksa bu dışardan gelen destek ve birikimle olacaktır.
*
Trabzon’un İstanbul’dan, Paris’ten, Roma’dan daha kadim bir kent olduğunu biliyoruz. Henüz oylumlu bir arkeolojik kazı yapılmadığı için dört bin yılla (bazı bulgulara göre yedi bin) tarihlenen kent hâlâ tarihsel gizemini koruyor.
7.yy.da iki tiyatrosunun olduğu, Trabzon, Anadolu'da matbaacılık ve mevkute basımında ilklerin kentidir. 1865'te 'Trabzon Vilâyet Matbaası' kurulur, Anadolu'da ilk gazetelerden Trabzon, Envar-ı Şarkiye, 1867'de yayımlanır. 'Salname-i Vilayet-i Trabzon', adıyla 1869'da ilk salname, aynı yıl 'Trabzon' resmi gazetesi basılır. Eyübzade Osman Nuri'nin 1901'de kurduğu 'İkbal Matbaası'nda; Feyz, İkbal, Hekim, Güzel Pulathane gibi gazeteler; Envar-ı Vicdan, Tilki, Genç Fikirler, İlk Adım, Yeni Terbiye, Trabzon Muallimler Birliği mecmuaları basılır. Naci Bey, Meşveret Matbaasında 1907 yılında "Trabzon'da Meşveret" gazetesini ve 1909'da 'Kehkeşan' (Anadolu basınında ilk dergi) çıkarır. Edebiyat dergileri haricinde güncel gazetelerde sanat sayfaları hazırlandığını hatırlatalım.
1929’da Kendi kaynağından üretilen elektriğin şehri aydınlatmasına kadar, jeneratörle çalışan sinemasının gösterimde olduğunu düşünürsek şehrin kültür haritasını daha iyi çıkarmış oluruz.
Temsiliyeti iki bağlamda düşünelim. Oluşturma ve destekleme!..
*
Kentin kışkırtan ruhu kulağımıza neleri üfler? Ne kadar hassasız? Zaten tanımlamayı ‘marka’ olarak almak istiyorsak; bu yorgun kentin insanı ‘imaj’ını bireysel çalışmalarıyla kanıtlamadı mı? Mutlaka ‘marka kent’ kavramı içinde tanımlanacaksa; unut(turu)ulan kimliğimize, etkinliğimize, kültürümüze sahip olmak için, bireysel komplekslerden kurtulup; bir araya gelememe zafiyetini aşmak zorundayız.
Hiç şüpheniz olmasın. Kadim kentlerin kültür genleri çoğalarak taşınan bir mirastır. Yüz yıllık bir yalnızlık yaşadık. Ölü toprağını üzerimizden atmak, politik cehalete rağmen gerçekleşecektir. Biliyorum ki; bilinçli, kültür ve estetik donanımlı sanatçımız, kentiyle ve kent insanıyla barışık yaşama ustalığıyla bürokrasi ve cehalet barikatlarını aradan kaldıracaktır.
*
Edip Cansever gibi söylersek: "İnsan yaşadığı yere benzer/ O yerin suyuna, o yerin toprağına benzer"
Kentsel kimlik; taşın, ahşabın ve doğanın menkıbesiyle itibarını korumak için direnedursun, kentlerin kültürel dokusu hızla değiştiriliyor. Bu hızlı değişiminde yaşanan kimlik sorunsalıyla 'kırsal kültür' kentlerde çok hızlı egemen oldu. Modernleşme süreciyle, köy kültürünün ve modern tereddütlerin kesilip, kadim kent yaşamına yapıştırılarak sürdürülen yozlaşma, sosyal çatlağı da günden güne büyütüyor.
İşgal yıllarında Trabzon’a ilk yıkımı getiren Rus’lardır. Bu kıyım, altmışlı yıllarda modern şehirleşme adına yeniden hortlatılır.
Yenimahalle de oturuyorduk. Evimizle sahil arasında bir sokak vardı. Balıkçı kulübeleri ve kumsal, önümüzde alabildiğine derya-deniz!.. Bir gün kocaman iş makineleri kumu moloz yığınlarıyla örtmeye başladı. İşte yıkımın yıkımı diye düşünmüştüm çocuk aklımla. Her ne kadar reddiyeler hazırlayıp “durmalı bu tahribat” diye çırpınsak da politik akıl sağduyudan yoksun hareket etmiştir.
Taşranın merkezi konumundaki Trabzon’un, merkezin taşrası olması görüntüsünü aşamamıştır. Üniversitenin kent kültürüne ne kattığına bir yanıt bulamıyorum. Zaman zaman heyecanı yüreğinde harmanlayan ‘gönüllü birileri’ bireysel güzel ‘iş’ler yapıyorsa da, hepsi o kadar. Zaten yurdumuzdaki eğitimin içler acısı halini biliyoruz. Dünya standartlarında çok aşağılarda olmasının faturasını kimse üstlenmiyor.
Marka olarak bir öncelliği olmalıydı KTÜ’nin. Kriterimiz bu olsun. Ekonomik bağlamdaki getirisi daha elle tutulur görüntü sergiliyor olmalı.