DEĞİRMENDERE'DEKİ KARPUZ TARLASI
VE "DEMİRCİ İSMAİL"
İsmail Fandaklı
Tekke (Gazipaşa Mahallesi) veya farklı mahallelerdeki komşu oturmalarına annemle giderdim. Bebekliğimi bilmiyorum ama, anımsayabildiğim babamla ilk sokağa çıkışım 1965 yılının ortalarındadır. Çoğunlukla çarşı alışverişiydi bu gezilerimiz.
Bu yazımda sizlerle paylaşmak istediğim, 1965'in yaz sonunda babamla birlikte Değirmendere'ye gidişimiz ve anımsayabildiklerim.
Merdivenli Sokak'ın kuzey çıkışındaki Cumhuriyet Bakkaliyesi, karşı köşede, önceleri fırın, daha sonraları Saruhan Ailesi'nin Sümer Eczanesi yer alırdı. Babamla birlikte Merdivenli Sokak'taki evimizden çıktıktan sonra sokağımızın girişine doğuya yöneldik. Kadir Aga'nın sütlaç ve kazandibi dükkanı, kütüphane (Gazeteciler Cemiyeti), Tekel Deposu, Azaklar Bakkaliyesi, Yahya Tezel'in evi, Celal Özgür'ün ustalığında Gülbahçe Lokantası, Acem Mektebi, Kasap Atilla, İsaoğlu ve Ekmekçioğlu Fırını'nın önünden geçerek Arafilboy'a doğru yolumuza devam ettik. Solumuzda, hemen karşı köşede Ertuğrul Fırını, yanında da Çavuşoğlu Garajı vardı o yıllarda.
Aşıklar Parkı (Fatih Parkı) önünden ilerlerken, birçok dükkan sahibiyle selamlaşmıştı babam. Köprübaşı'ndaki kahvehanelerin önünde oturanlar arasında Kerim Hoca (Abdülkerim Aşan) ve Halit Taşkın gibi mahallenin eskileriyle de selamlaşıldıktan sonra Çolak İdris (Ayşan)'in kahvehanesinde mola verdik. İdris Bey'le babam, tokalaşıp sarıldıktan sonra kahvehanenin önünde oturdu. Kahveler söylenip içilirken, koyu bir sohbete daldılar.
O yıllarda Çolak İdris'e ait kahvehanenin doğu tarafında geniş bir alan, sağında ve solunda da hanlar vardı. Hanların önündeki boş alan, hanların tenha olduğu zamanlarda çocukların oyun alanıydı. Çoğunluğu benden büyük olan çocukların arasında akranlarımı da gördüm. Doğruca yanlarına yönelince babamdan uyarı geldi: "Fazla uzaklaşma".
Hanların önündeki direklere bağlanmış birkaç at yemlenirken, çocukların yanına iyice sokuldum. Birkaç dakika sonra oradaki çocuklar, beni de aralarına aldı. İyice yorulmuş ve terlemiştik ama oyunumuz henüz bitmemişti. Babamın, "Hadi gidiyoruz oğlum" deyişiyle, kısa süreli de olsa oyun arkadaşlığı ettiğim çocuklarla vedalaşarak yolumuza devam ettik.
Meydanı, Değirmendere'ye bağlayan Erzurum Caddesi'nin sonuna yaklaştığımızda tarihi çeşmenin devamında fındık alım satım yerleri vardı. Babam, buradaki dükkan sahiplerinin neredeyse tamamıyla selamlaştı, hal hatır sordu. Caddenin sonuna gelip, Sahil Caddesi'ne geldiğimizde, yoldan karşıya geçip "Değirmendere Çarşısı" aralığına doğru yol aldık. Girişin yaklaşık yüz metre ilerisinde, sağ tarafta Demirci İsmail Bey'in dükkanı vardı o yıllarda. Babamla çok iyi dostlukları olmuştur yıllar yılı. Dükkana vardığımızda İsmail Bey, yanındaki çırakla çekiç sallıyordu.
Babamın selamını aldıktan sonra oturmamız için yer gösteren İsmail Bey, "Bana iki dakika izin verir misin Kemal Bey? Şurada az bir işim kaldı" dedi ve çekiç vurmaya devam etti.
İlk kez Değirmendere Çarşısı'na gidiyordum. İlk kez bu kadar at arabasını bir arada görüyordum. Atlar, köylere çalışan çok eski birkaç minibüs ve daha da önemlisi beni çok etkileyen ilginç kıyafetli insanlar…
İsmail Bey'in elindeki çekiç, bizim daha önce gördüklerimizden çok daha büyüktü. Tezgahın üzerine tepesinden koyulmuş bir çekiç, yukarı doğru duran sapına avuç içiyle yaslanan İsmail Bey, babamla sohbetini sürdürüyor. Bu sırada iki kahve ile bana da limonata söyleyen çırak tezgah başına gelince, kocaman ateşin içindeki kızıla dönmüş demiri çıkarıp, büyükçe bir demirin (örs) üzerine koydu. Babamın üzerindeki bakışlarını kor haline dönmüş demire çeviren İsmail Usta, hafifçe elindeki çekiçle bir yere dokundu; hemen ardından belirli bir güçle çırak aynı yere daha büyük bir çekiçle vurdu. Bu işlem, birkaç kez tekrarlandı.
Demirin dövüldüğünü nereden bilebilirdim ki! Daha önce hiç görmemiştim, ne yaptıklarını da bilmiyordum. Daha sonraki yıllarda öğrendim; ustanın elindeki, çekiçle balyoz arası büyüklükte madurga, çırağın elindeki de balyoz. Ustanın, madurga ile her dokunduğu yere, çırak belirli bir güçle balyozu indiriyor. Birkaç vuruştan sonra demiri kovanın içerisindeki suya sokup çıkaran İsmail Bey, demiri yeniden içerisi kor ateşle dolu kocaman bir mangalın (bana göre) içerisine soktu. İkinci kez dövülen demir, giderek orak şeklini almaya başladığında, şaşkına dönmüştüm.
Bütün bu olan biteni izlerken, sanırım soluk bile almıyordum; bir süre ağzım açık kalmıştı. Olağanüstü bir işti bana göre. Babamın, demirci dükkanında uzun oturması, aralarında çok yakın bir dostluk olduğunun göstergesiydi.
Dükkandan çıkıp yolumuza devam ettik. Değirmendere Çarşısı, biraz ileride iki yöne ayrılıyor. Sağ taraftan gidildiğinde Sahil Caddesi'ne, soldan gidildiğinde de Çimento Fabrikası'na doğru gidiliyordu. Biz, sol taraftan devam ederken, fındık alım satımı yapan dükkanların önünden geçip, bir süre hayranlıkla bacasından tüten tumanları izlediğim Çimento Fabrikası'nın önüne gelmiştik. Fabrikanın karşısı ve doğu tarafı Değirmendere'nin denizle buluştuğu yere kadar bom boştu o yıllarda. Tarıma çok elverişli olacak ki, tamamı karpuz tarlasıydı.
Sonraki yıllardan bildiğim, Trabzon ve bölgedeki karpuz hasadı eylül ve ekim aylarında gerçekleşiyordu. Demek ki, babamla birlikte Piksidis Irmağı (Değirmendere) kıyısındaki karpuz tarlasına girişimiz de bu aylarda. Tarlanın kenarında dizili birkaç kamyon vardı. Yanlarından geçip, tarlanın ortasındaki karpuz yığınlarının yanında duran birkaç kişinin bulunduğu yere doğru yürüdük. Babam, orada duranlardan biriyle tokalaşıp sarılıp öpüştü. Anımsayabildiğim kadar babam, "Ali Bey" diye hitap ettiği beyle ayak üstü biraz konuştu. Ali Bey, beni yanına çağırdı ve karpuz yığınlarının birinin yanında oturmamı söyledi. Şöyle bir karpuz yığınına baktıktan sonra içlerinden birini aldı ve kocaman bir tepsiye koydu. Bıçakla bir tarafını düz kestikten sonra bıçağı çok derine daldırmadan tamamını dilimledi; dip kısmına yumruk halindeki elinin alt kısmıyla hafifçe vurunca bütün dilimler tepsiye düştü, orta kısmı bütün olarak kaldı. Karpuzun orta kısmını bir başka tepsiye koyup bana uzattı, geri kalan dilimleri de oradaki işçilere verdi.
Ben, karpuzu yemeye başlayınca, tarla sahibi babamla birlikte, güneye, yani deniz kıyısına doğru yönelirken, "Sen burada otur oğlum, biz birazdan geliriz" diye de tembihledi babam.
Sözünü ettiğim tarlanın yerinde, şimdilerde can çekişen, eskinin büyük bir geçim kaynağı olan alın teri emekçilerin "Büyük Sanayi Sitesi" yer alıyor. Güneyde Sahil Caddesi, batıda Çimento Fabrikası, kuzeyde de Karadeniz… Böylesine büyük bir alan, Karadeniz Bölgesi'nin karpuz ihtiyacının büyük bir bölümünü karşılıyordu.
İlk kez araç lastiği takılmış at arabalarını orada görmüştüm. Çocuk yaşta sebebini bir türlü anlayamamış, eve gittiğimde büyük bir heyecanla kardeşlerime anlatmıştım. Tarladan kesilen karpuzlar, yığınlar halinde farklı yerlerde toplanıyordu. At arabalarına yüklenen karpuzlar, tarla kenarında bekleyen kamyonlara taşınıyor. Bu kamyonlar, "Trabzon Büyük Sanayi Sitesi" diye adlandırdığımız alanda yetişen karpuzları komşu illere götürüyordu.
Yaşımız biraz ilerleyince anladım ki, normal at arabası tekerlekleri çok dar olduğundan, toprakta batmasın diye otomobil lastiği kullanılıyordu tarlalarda.
Yenimahalle'den Beşirli'ye uzanan güzelim sebze tarlaları, Gamboz Çayırı'ndaki verimli topraklar ile dünyanın ender tarım alanlarından biri olan Şana bölgesinde, son yıllarda yetiştirdiğimiz(!) beton yığınları, Trabzon ve halkına ne tür yararlar sağlıyor?
Böyle giderse bir mısır tanesini bırakacağımız toprak kalmayacağından, dağların yamaçlarındaki bazalt sütunlarını yalayacağımız günler çok yakındır.
VE "DEMİRCİ İSMAİL"
İsmail Fandaklı
Tekke (Gazipaşa Mahallesi) veya farklı mahallelerdeki komşu oturmalarına annemle giderdim. Bebekliğimi bilmiyorum ama, anımsayabildiğim babamla ilk sokağa çıkışım 1965 yılının ortalarındadır. Çoğunlukla çarşı alışverişiydi bu gezilerimiz.
Bu yazımda sizlerle paylaşmak istediğim, 1965'in yaz sonunda babamla birlikte Değirmendere'ye gidişimiz ve anımsayabildiklerim.
Merdivenli Sokak'ın kuzey çıkışındaki Cumhuriyet Bakkaliyesi, karşı köşede, önceleri fırın, daha sonraları Saruhan Ailesi'nin Sümer Eczanesi yer alırdı. Babamla birlikte Merdivenli Sokak'taki evimizden çıktıktan sonra sokağımızın girişine doğuya yöneldik. Kadir Aga'nın sütlaç ve kazandibi dükkanı, kütüphane (Gazeteciler Cemiyeti), Tekel Deposu, Azaklar Bakkaliyesi, Yahya Tezel'in evi, Celal Özgür'ün ustalığında Gülbahçe Lokantası, Acem Mektebi, Kasap Atilla, İsaoğlu ve Ekmekçioğlu Fırını'nın önünden geçerek Arafilboy'a doğru yolumuza devam ettik. Solumuzda, hemen karşı köşede Ertuğrul Fırını, yanında da Çavuşoğlu Garajı vardı o yıllarda.
Aşıklar Parkı (Fatih Parkı) önünden ilerlerken, birçok dükkan sahibiyle selamlaşmıştı babam. Köprübaşı'ndaki kahvehanelerin önünde oturanlar arasında Kerim Hoca (Abdülkerim Aşan) ve Halit Taşkın gibi mahallenin eskileriyle de selamlaşıldıktan sonra Çolak İdris (Ayşan)'in kahvehanesinde mola verdik. İdris Bey'le babam, tokalaşıp sarıldıktan sonra kahvehanenin önünde oturdu. Kahveler söylenip içilirken, koyu bir sohbete daldılar.
O yıllarda Çolak İdris'e ait kahvehanenin doğu tarafında geniş bir alan, sağında ve solunda da hanlar vardı. Hanların önündeki boş alan, hanların tenha olduğu zamanlarda çocukların oyun alanıydı. Çoğunluğu benden büyük olan çocukların arasında akranlarımı da gördüm. Doğruca yanlarına yönelince babamdan uyarı geldi: "Fazla uzaklaşma".
Hanların önündeki direklere bağlanmış birkaç at yemlenirken, çocukların yanına iyice sokuldum. Birkaç dakika sonra oradaki çocuklar, beni de aralarına aldı. İyice yorulmuş ve terlemiştik ama oyunumuz henüz bitmemişti. Babamın, "Hadi gidiyoruz oğlum" deyişiyle, kısa süreli de olsa oyun arkadaşlığı ettiğim çocuklarla vedalaşarak yolumuza devam ettik.
Meydanı, Değirmendere'ye bağlayan Erzurum Caddesi'nin sonuna yaklaştığımızda tarihi çeşmenin devamında fındık alım satım yerleri vardı. Babam, buradaki dükkan sahiplerinin neredeyse tamamıyla selamlaştı, hal hatır sordu. Caddenin sonuna gelip, Sahil Caddesi'ne geldiğimizde, yoldan karşıya geçip "Değirmendere Çarşısı" aralığına doğru yol aldık. Girişin yaklaşık yüz metre ilerisinde, sağ tarafta Demirci İsmail Bey'in dükkanı vardı o yıllarda. Babamla çok iyi dostlukları olmuştur yıllar yılı. Dükkana vardığımızda İsmail Bey, yanındaki çırakla çekiç sallıyordu.
Babamın selamını aldıktan sonra oturmamız için yer gösteren İsmail Bey, "Bana iki dakika izin verir misin Kemal Bey? Şurada az bir işim kaldı" dedi ve çekiç vurmaya devam etti.
İlk kez Değirmendere Çarşısı'na gidiyordum. İlk kez bu kadar at arabasını bir arada görüyordum. Atlar, köylere çalışan çok eski birkaç minibüs ve daha da önemlisi beni çok etkileyen ilginç kıyafetli insanlar…
İsmail Bey'in elindeki çekiç, bizim daha önce gördüklerimizden çok daha büyüktü. Tezgahın üzerine tepesinden koyulmuş bir çekiç, yukarı doğru duran sapına avuç içiyle yaslanan İsmail Bey, babamla sohbetini sürdürüyor. Bu sırada iki kahve ile bana da limonata söyleyen çırak tezgah başına gelince, kocaman ateşin içindeki kızıla dönmüş demiri çıkarıp, büyükçe bir demirin (örs) üzerine koydu. Babamın üzerindeki bakışlarını kor haline dönmüş demire çeviren İsmail Usta, hafifçe elindeki çekiçle bir yere dokundu; hemen ardından belirli bir güçle çırak aynı yere daha büyük bir çekiçle vurdu. Bu işlem, birkaç kez tekrarlandı.
Demirin dövüldüğünü nereden bilebilirdim ki! Daha önce hiç görmemiştim, ne yaptıklarını da bilmiyordum. Daha sonraki yıllarda öğrendim; ustanın elindeki, çekiçle balyoz arası büyüklükte madurga, çırağın elindeki de balyoz. Ustanın, madurga ile her dokunduğu yere, çırak belirli bir güçle balyozu indiriyor. Birkaç vuruştan sonra demiri kovanın içerisindeki suya sokup çıkaran İsmail Bey, demiri yeniden içerisi kor ateşle dolu kocaman bir mangalın (bana göre) içerisine soktu. İkinci kez dövülen demir, giderek orak şeklini almaya başladığında, şaşkına dönmüştüm.
Bütün bu olan biteni izlerken, sanırım soluk bile almıyordum; bir süre ağzım açık kalmıştı. Olağanüstü bir işti bana göre. Babamın, demirci dükkanında uzun oturması, aralarında çok yakın bir dostluk olduğunun göstergesiydi.
Dükkandan çıkıp yolumuza devam ettik. Değirmendere Çarşısı, biraz ileride iki yöne ayrılıyor. Sağ taraftan gidildiğinde Sahil Caddesi'ne, soldan gidildiğinde de Çimento Fabrikası'na doğru gidiliyordu. Biz, sol taraftan devam ederken, fındık alım satımı yapan dükkanların önünden geçip, bir süre hayranlıkla bacasından tüten tumanları izlediğim Çimento Fabrikası'nın önüne gelmiştik. Fabrikanın karşısı ve doğu tarafı Değirmendere'nin denizle buluştuğu yere kadar bom boştu o yıllarda. Tarıma çok elverişli olacak ki, tamamı karpuz tarlasıydı.
Sonraki yıllardan bildiğim, Trabzon ve bölgedeki karpuz hasadı eylül ve ekim aylarında gerçekleşiyordu. Demek ki, babamla birlikte Piksidis Irmağı (Değirmendere) kıyısındaki karpuz tarlasına girişimiz de bu aylarda. Tarlanın kenarında dizili birkaç kamyon vardı. Yanlarından geçip, tarlanın ortasındaki karpuz yığınlarının yanında duran birkaç kişinin bulunduğu yere doğru yürüdük. Babam, orada duranlardan biriyle tokalaşıp sarılıp öpüştü. Anımsayabildiğim kadar babam, "Ali Bey" diye hitap ettiği beyle ayak üstü biraz konuştu. Ali Bey, beni yanına çağırdı ve karpuz yığınlarının birinin yanında oturmamı söyledi. Şöyle bir karpuz yığınına baktıktan sonra içlerinden birini aldı ve kocaman bir tepsiye koydu. Bıçakla bir tarafını düz kestikten sonra bıçağı çok derine daldırmadan tamamını dilimledi; dip kısmına yumruk halindeki elinin alt kısmıyla hafifçe vurunca bütün dilimler tepsiye düştü, orta kısmı bütün olarak kaldı. Karpuzun orta kısmını bir başka tepsiye koyup bana uzattı, geri kalan dilimleri de oradaki işçilere verdi.
Ben, karpuzu yemeye başlayınca, tarla sahibi babamla birlikte, güneye, yani deniz kıyısına doğru yönelirken, "Sen burada otur oğlum, biz birazdan geliriz" diye de tembihledi babam.
Sözünü ettiğim tarlanın yerinde, şimdilerde can çekişen, eskinin büyük bir geçim kaynağı olan alın teri emekçilerin "Büyük Sanayi Sitesi" yer alıyor. Güneyde Sahil Caddesi, batıda Çimento Fabrikası, kuzeyde de Karadeniz… Böylesine büyük bir alan, Karadeniz Bölgesi'nin karpuz ihtiyacının büyük bir bölümünü karşılıyordu.
İlk kez araç lastiği takılmış at arabalarını orada görmüştüm. Çocuk yaşta sebebini bir türlü anlayamamış, eve gittiğimde büyük bir heyecanla kardeşlerime anlatmıştım. Tarladan kesilen karpuzlar, yığınlar halinde farklı yerlerde toplanıyordu. At arabalarına yüklenen karpuzlar, tarla kenarında bekleyen kamyonlara taşınıyor. Bu kamyonlar, "Trabzon Büyük Sanayi Sitesi" diye adlandırdığımız alanda yetişen karpuzları komşu illere götürüyordu.
Yaşımız biraz ilerleyince anladım ki, normal at arabası tekerlekleri çok dar olduğundan, toprakta batmasın diye otomobil lastiği kullanılıyordu tarlalarda.
Yenimahalle'den Beşirli'ye uzanan güzelim sebze tarlaları, Gamboz Çayırı'ndaki verimli topraklar ile dünyanın ender tarım alanlarından biri olan Şana bölgesinde, son yıllarda yetiştirdiğimiz(!) beton yığınları, Trabzon ve halkına ne tür yararlar sağlıyor?
Böyle giderse bir mısır tanesini bırakacağımız toprak kalmayacağından, dağların yamaçlarındaki bazalt sütunlarını yalayacağımız günler çok yakındır.