HAYALLER CİHANA DEĞDİ…
SPOR FOTO MUHABİRLİĞİNİN DAYANILMAZ GÜZELLİĞİ…
Spor foto muhabirliğinin dayanılmaz güzelliği…
Faik Kaptan, Türk spor basınının efsanelerini yazdı
Hürriyet gazetesinin efsane muhabirlerinden Faik Kaptan, havalimanı muhabiri olmasına karşın bir dönem kendisinin yaptığı spor foto muhabirliğini ve foto muhabirlerini yazdı:
Öyle anılar vardır ki, onları hayal edip yeniden yaşamak gerçekten dünyaya değer.
Yani klasik tabiriyle “Hayali Cihan Değer.”
Gerçekten hayallerimiz cihana değdi.
Düşünebiliyor musunuz, İnönü Stadında, saha içinde Foto Muhabiri olarak görev yapıyorsunuz, Galatasaray bir gol atıyor, sahada doktorluk yapan bir ağabeyimiz sevinçten cebinden çıkardığı Marlboro sigarasını kale arkasındaki görevli gazetecilere dağıtıyor.
Frikik atışı sırasında kale arkasındaki bir foto muhabiri baraj kuran futbolcuların sırt numarasını yazıyor. Nedenini sorduğumda gayet sakin bir şekilde “Yarın oynayacağım at yarışında şans numaraları olarak yazacağım” diyor.
Yine bir maç arasında kale arkasına giderken benim adım söylenerek tam beş dakika en az 10 bin kişinin “ İ.ne Faik” diye bağırması.
Galata köprüsünü geçmeden dolmuş parasını vermeyen meslektaş…
Bu ve bunun gibi çok sayıda anımı 1970- 1985 yılları arasında bazen görevli, bazen keyif olarak gittiğim o tarihi İnönü Stadı zeminlerinde yaşadıklarımı aşağıda okuyabilirsiniz. Evet yine uzun bir yazı ancak belgesel niteliğinde. Aceleye getirmeyin, keyifli bir anınızda okuyun. Seveceksiniz.
Bu yazıya başlamadan o dönemde beraber görev yaptığım hayata veda etmiş tüm gazeteci arkadaşlarıma rahmet, hayatta olanlara da sağlık dilemek istiyorum. O dönemlerde çok maçta iki elin parmakları kadardık. Büyük maçlar da ise en fazla 25 kişi olurduk.
İNÖNÜ STADI…
İnönü Stadı bizler için bir mabet gibiydi. 1970’li yıllar da Şeref Salonu ve Basın Tribünün bulunduğu ana kapının üstünde sadece “İnönü Stadı” yazardı. Sonra siyasal nedenlerle İnönü kalktı Mithatpaşa oldu. Daha sonra BJK İnönü Stadı oldu. Hatta bir yapı şirketinin adı bile verildi. Ancak hepsinde de Dolmabahçe diye anıldı.
Önünde Dolmabahçe Sarayı ve Boğaz denizi, arkasında Havagazı depoları (Gazhane), çevrede de ulu çınarlar vardı.
Stat sıfır rakımlıydı. Yani deniz seviyesindeydi. Dünyada en çabuk boşalan stattı. Maçtan yarım saat sonra o güzelim seyyar köftecileri bile bulamazdınız. Hele bir Arnavut köfteci vardı ki, maçtan önce gazetecilerin buluşma yeriydi. Maç bittikten sonra stat çalı süpürgeleriyle süpürülürdü. Açık tribün çöpleri arasında Bafra, Kapalı Tribün çöpleri arasında Samsun Maltepe, Numaralı Tribün çöpleri arasında Us Kent, Palmall sigara izmaritleri çoğunluktaydı. Tribünlerin renkli simaları ise, yukarıdan aşağıya oturan Toplum Polisleriydi.
En önemlisi ise tribünlerdeki taraftar sayısı tam yarı yarıya idi. Kentin tek stadıydı. Çarşamba günleri antremanlara açılırdı. Çok kullanıldığı ve drenaj olmadığı için ilk yağmurlardan sonra çamur içinde kalırdı. Böyle havalarda maçlara çizme ile çıkardık.
Gazetecilerin özgürlük alanıydı. Oyun anında sakatlık durumunda saha içine kadar girerdik. Maça dakikalar kala statta olurduk. Devre arasında futbolcular, hakemler ve gazeteciler aynı koridor üstündeki tek çay ocağından faydalanırdı. Çaycı Ahmet abinin yeri. Tabi çay servisi önce hakem ve futbolculara, en sonunda da bize yapılırdı. Çok soğuk ve yağışlı havalarda tam çay ocağının karşısında büyük bir radyatör vardı, ona dayanarak ısınır ve üstümüzü kuruturduk. İlk zamanlar sahadaki foto muhabirine sayısal olarak kısıtlama yoktu. Zamanla bir kontenjana bağlandı. Gazetelerin trajına göre 5-4-3-2 gibi. Tabi bütün bu yokluk ve zorluklar ileriki tarihlerde TSYD sayesinde aşıldı. Önce Basın Tribünü altında bir basın odası alındı ve içinde de dolaplarımız oldu. Dolaplardaki en önemli eşyamız çamurlu havalarda giydiğimiz çizmelerdi.
Sevgili dostlar buraya kadar sizlere sadece o dönemin saha şartlarını yazdım. Gelelim kısa kısa anılara.
GOLÜN İKRAMİYESİ MARLBORO…
Gazeteciliğe başladığım 1970 yılından sonra tam üç yıl boyunca her hafta sonu maçlarda görev yaptım. Gazetelerde spor servisleri küçük boyuttaydı. İstihbarattaki foto muhabirleri spor işine de giderdi. Spor sayfaları da genellikle arka içte yarım sayfaydı.
İşte böyle günlerde Cağaloğlu’ndan Dolmabahçe’ye gitmek hayli zordu. Büyük gazetelerin muhabirleri kendi gazetesinin aracıyla gidiyordu. Bizler ise belediye otobüsü ile gidiyorduk. Bir süre sonra Hürriyet Gazetesinin tam karşısında 1958 model Chevrolet marka otomobiliyle bugünkü tabirle korsan taksicilik yapan “Pala” lakaplı bir bıçkın abimiz vardı. Beş arkadaş Pala’yla anlaştık. Adam başı 2,5 lira veriyorduk. Kadir Can, Rıza Pakyüz (Günaydın), Ali Alakuş (Cumhuriyet), Son Havadis’ten bir arkadaş ve ben (Dünya Gazetesi). Yalnız Rıza Pakyüz’ün bir huyu vardı. Yola çıkarken paraları toplardık. Rıza Galata Köprüsünü geçmeden vermezdi. Sorduğumuzda da, “Neme lazım lastik patlarsa başka arabaya geçerim” derdi. Alışmıştık, gülerdik. Ancak bir gün gerçekten haklı çıktı. Bizim Pala’nın aracının lastiği tam Eminönü’nde patladı. Bizler parayı vermiştik. Rıza vermemişti. Kazanan o oldu. Pala’dan da parayı geri istemek zordu…
Ben Galatasaraylıydım. Sahaya inince de rakip takımın arkasına geçer Galatasaray’ın golünü çekmeye çalışırdım. Kale arkasındaki arkadaşlıklarımız çok güzeldi. Yılmaz Canel, Hüseyin Kırcalı, Atılay Kayaoğlu, Ahmet Yüksel, Şevket Uygun, İlyas Namoğlu, Selahattin Gökhan, Arif Işıldayan, Mahmut Küçük ve adlarını hatırlayamadığım efsanelerin tecrübelerinden çok yararlandım.
Bütün bu gazetecilerin yanında bir de doktorumuz vardı. Bu doktor hastalık derecesinde Galatasaraylıydı. Bildiğim kadarıyla sahalarda futbolculara müdahale eden ilk doktordu. Galatasaray’ın doktoruydu ama sakatlanan bütün futbolculara bakardı. Sonradan öğrendim Okmeydanı Hastanesinde Bevliye mütehassısıymış. Bu rahmetli doktorumuzun adı Okyay Kavrakoğlu.
İnanın ismini önceleri hatırlayamadım. Google’yi taradım bulamadım. GS’nin sayfasını taradım bulamadım. Aklıma arkadaşım Sedat Vanizör geldi. O çok iyi bir GS’li. O da doktoru hatırladı ama adını hatırlayamadı. Fakat yaptığı kısa bir araştırma sonrası doktorumuzun adını söyledi. Sağol Sedat.
Bu doktorumuzun en büyük özelliği Galatasaray gol attığı zaman hemen cebinden içtiği Marlboro sigarasını çıkartır ve hepimize birer tane ikram ederdi. Doktorun bu huyunu bilen bizler gol olduğu anda hemen doktorun başına çökerdik. Çünkü Marlboro çok kıymetli bir sigaraydı. Piyasada bulunmaz ve çok pahalıydı. Kaçak satılırdı. Kent ve Palmall sigaraları piyasada bulunurdu ama Marlboro çok zordu. Hatta bir Fenerbahçe- Galatasaray maçında atılan bir golden sonra karşı kale arkasındaki iki foto muhabiri arkadaşımız Allah sizi inandırsın santra yapılmadan tam sahanın ortasında koşarak bizim tarafa gelip sigaralarını aldılar. Bunlardan birisi olan abimiz Fenerbahçeliydi. Marlboro sigarasını yaktıktan sonra kale dikerlerinin yanına kadar gelip Fener kalecisi Yavuz’a, “ Nasıl yersin o golü” diye bayağı serzenişte bulundu. Yavuz da kendisine , “Abi ne olursun sus. Zaten moralim çok bozuk” diye cevap verdi.
Türkiye’nin ilk saha içi doktoru Okyay Kavrakoğlu abimize rahmetler olsun…
YAVUZ’A GELEN ÇAKMAK…
Yukarıdaki yazıyı yazarken FB kalecisi Yavuz’un adı geçince onunla ilgili küçük bir anımı da hatırladım. Yine bir GS- FB maçındayım. Kalede Yavuz. Bir iki küçük hata yaptı. Deniz tarafındaki kale arkasındayım. O kaleyle deniz tarafındaki tribün oldukça yakındı. Tam arkamızdan yapılan bütün söylemleri çok rahat duyabiliyorduk. Bir anda iki metre önümdeki Yavuz acıyla sunturlu bir küfür etti ve sırtını sıvazlamaya başladı. O anda da yerden bir madde alıp kale arkasına benim tarafıma doğru attı. Ayaklarımın dibine düşen maddeye baktım Bir çakmaktı. Elime aldım o dönemin moda çakmağı Zippo idi. Yavuz’a tribünden çakmak atılmıştı. Yavuz bana “Al senin olsun” dedi. Şimdi olsa hakeme verirler. Yavuz’u Allah korumuştu. Zira o okkalı çakmak sırtına değil kafasına gelse ciddi bir yaralanmaya neden olurdu. Neyse ben çakmağı cebime attım. Hay atmaz olaydım. Beş dakika sonra arkadan davudi bir ses önce tehditkar bir sesle çakmağını geri istedi. Önceleri duymazlıktan geldim. Ancak adam durmuyordu.
Bu kez rica etmeye başladı ve “ Valla ben atmadım. Arkadaş attı” demeye başladı. Sonunda dayanamadım ve maç bitince basın tribüne önüne gelmesini söyledim. Çakmağı orada vermem doğru olmazdı.
Maç sonu Basın Tribünü önünde çakmağı teslim ederken bir daha böyle bir hareket yapmaması konusunda kendisinde söz aldım. O da bana “Valla ben atmadım” dedi. Yanındaki arkadaşını göstererek, “Bu şerefsiz sigarasını yakmak için benden çakmağı istedi. Ben de verdim. Sigarasını yakar yakmaz çakmağı fırlattı. Nişanlımın hediyesi, sağ olasın” dedi.
SIRT NUMARALARINDAN GANYAN KUPONUNA…
Bu kez Gazhane tribünü arkasındayım. Yine bir Galatasaray maçı. Galatasaray ceza sahasına yakın bir yerden faul atışı kazandı. Futbolcular baraj kurarken bizler de kale arkasında pozisyon alma gayretindeyiz.
Bu arada yan tarafımda bulunan Günaydın muhabiri Rıza Pakyüz fotoğraf makinesini koltuk altına almış, elinde kalem kağıt bir şeyler yazıyordu. Dikkatle baktım bir takım numaralar yazmaya çalışıyordu.
“Ne yapıyorsun Rıza” diye sorduğumda aldığım cevap herhalde o sahaların tarihine geçti:
“ Barajdaki futbolcuların sırt numarasını yazıyorum. Yarın Veliefendi’ye gideceğim, orada bir altı yazmaya niyetim var. İşte bu futbolcuların sırt numarasını kupona yazıp şansımı deneyeceğim” dedi.
İşte bu klasik bir Rıza Pakyüz hareketiydi.
Rıza’nın çok ilginç haberleri de vardı. Karlı bir günde Gülhane Parkındaki Deve’ye büyük annesinin ördüğü yün hırkayı giydirmiş ve “Çöl sıcağına alışık Deve üşümesin diye hırka giydirdiler“ şeklinde haber yapmıştı.
10 BİN KİŞİ “İ.NE FAİK” DİYE BAĞIRDI…
Dünya Gazetesinden Hürriyet grubuna geçtikten sonra çok sayıda maça gittim. Tabi ki önceliğim Galatasaray maçlarıydı.
Yer yine Dolmabahçe Stadı, Galatasaray- Beşiktaş maçı. Devre arasına 0-0 gidildi. Basın tribünü altındaki yeni odamızda çaylarımızı içtikten sonra ikinci yarı için tekrar sahaya çıktık. Yanımda rahmetli Atılay Kayaoğlu vardı. Beraber Gazhane tarafındaki kale arkasına doğru yürüyorduk. Kapalı tribün önünü geçip açık tribün önüne geldiğimiz sırada Atılay bana, “ Tak tak duydun mu sana bağırıyorlar” dedi. O dönemde bana Emniyet Müdürlüğünde takılan bir lakapla bazı arkadaşlar “Tak Tak” derlerdi.
Önce ne olduğunu anlamadım. Ses gittikçe artıyordu ve “İ.ne Faik” sloganı dalga dalga yayılıyordu. Kale arkasına geldiğimizde bütün Gazhane tribünü hep bir ağızdan “İ.ne Faik “ diye bağırıyordu.
Kale arkasındaki herkes şaşkındı. Ben tabi resmen tırstım. Neyse maç başladı da sesler kesildi.
Maç bitti ben tanınmamak için rahmetli arkadaşım Cumhuriyet muhabiri Ali Alakuş’un üstündeki montu giydim. Dışarıya öyle çıktım.
Gazeteye geldim herkes bunu konuşuyordu. Nedenini anlamamıştık.
Ertesi gün asıl görevimin olduğu Havalimanı’na gittim. Dış Hatlar geliş katında bir işe gitmiştik. Tekel Duty Free’nin önüne geldiğim zaman yaptığı şakalarla tanınan Ersan Aksoylu adlı arkadaş bana bakarak kıs kıs gülüyordu. Tekel’de grup şefiydi. Arkadaşlarına şaka yapmayı çok severdi. Kendisine dönüp, “ Hayırdır Ersan” dedim.
Bana “Nasıl sana dün yaptığımı beğendin mi” dedi.
Önce anlamadım. Bir anda Beşiktaş’ın tribün liderlerinden olduğunu hatırlayınca uyandım ve “O sen miydin” dediğimde, gülerek tezgahın arkasına kaçtı. “Nasıl becerdin o işi” dediğimde ise şu cevabı verdi:
“Sen arkadaşınla tam önümüzden geçiyordun. Sana bağırdım duymadın. Ben yanımdaki 7-8 arkadaşa şu giden gazeteci var ya hep Beşiktaş’ın aleyhine yazıyor. Adı Faik. Hadi şuna bağıralım dedim. Önce on kişi başladık ama toplum psikolojisi, senin adın bir anda dalga dalga yayıldı. Biz de şaşırdık ama yapacak bir şey yoktu.”
Önce çok kızdım, ancak ciddi bir olay olmadığını öğrenince rahatladım.
TİPİ NÖBETİ…
Deniz tarafındaki kale arkası yaz günleri çok güzel, kış günleri ise felaketti. Yine böyle felaket bir kış günü sahaya indiğimiz de görevliler kömür tozuyla çizgileri çekiyordu. Bütün gün kar yağmış, görevliler küreklerle biraz temizlemiş ancak hala bembeyazdı. İlk yarı deniz tarafındaki kale arkasında duruyorduk. Maç başladıktan 20 dakika sonra müthiş bir tipi başladı. Rüzgar da tam karşıdan geldiği için maçı takip etmekte zorlanıyorduk. Bunun üzerine içimizden bir abimiz nöbetleşe kaleye bakmayı teklif etti.
Evet, dostlar 10 kişi kadardık ikişer dakika nöbet tutsak devreyi tamamlardık. Nöbet de şöyle oluyordu. Nöbet tutmayanlar kaleye sırtı dönük oturuyor, nöbetçi ise top kaleye yaklaştığı zaman “Top geliyor” diye bağırıyordu. Böylece hep birlikte dönüp denklanşöre basıyorduk. Sonunda dördüncü nöbette hakem maçı durdurdu ve futbolcularla beraber hepimiz soyunma odalarına koştuk. Tabi en çömezlerden birisi ben olduğum için ilk nöbeti de tutmuştum. Sonunda maç ertelendi ve ertesi gün aynı dakikadan devam etti.
SAHADA NASIL NAKAVT OLDUM.
Yine, bir Galatasaray maçı. Rakip takımın arkasındayım. Deniz tarafındaki kale arkası. Her zaman kalenin tam arkasına oturur atılan golün filelerdeki anını çekmeye çalışırdık. Bizden istenen daha çok hem golü atan gözükecek, hem de top filelerde şişmiş olacak. İşte o anı yakalamak gerçekten ustalıktı.
O gün maçta iki kişiydik. Arkadaşım kale arkasına geçti. Ben kale direğine bir metre mesafede yan tarafta bir yer tuttum. Amacım güzel bir enstantane yakalamaktı. Galatasaray’ın santraforu Gökmen Özdenak’tı. Ayak adaleleri çok kuvvetli ve toplara da çok sert vuran bir futbolcuydu.
O anda kale önünde bir karambol oldu. Ben makine gözümde bekliyorum. Top Gökmen’e geldi. Gökmen öyle bir abandı ki, ben denklanşöre basıp Minolta marka makinemi gözümden ancak indirebildim. Zira top tam bana geliyordu.
Vee geldi de. Alnıma öyle bir şiddetle çarptı ki, inanın ayaklarım havaya kalktı ve sırt üstü çimlere uzandım. Topun şiddetle başıma çarpması sonucu gözlerim karardı. Yanıma hemen orada olan yukarda adını belirttiğim sevgili doktor abimiz geldi. Çantasından çıkardığı torba içindeki buzu alnıma koydu ve benimle konuşmaya başladı. Gökmen de yanıma gelmişti. Neyse kısa sürede kendime geldim ve görevime devam ettim.
Ama kulaklarımda hiç unutmadığım o slogan vardı. Deniz tarafındaki rakip takım taraftarları hep bir ağızdan” Geber ulan ibne” diye bağırıyorlardı.
Gazeteye gidip filmi yıkadığımda o an tek kare koskoca bir top olarak çıkmıştı.
YUSUF NOBERİ GERÇEĞİ
Milliyet Gazetesinde Yusuf Noberi adında bir abimiz vardı. Yusuf abi maçlarda devamlı ters kaleye giderdi. Yani FB, GS, BJK gibi takımların maçlarında bile rakip takımın golünü çekmek için onların kale arkasına giderdi. Sorduğumuzda “Böylesi daha iyi” derdi. Ancak bir gerçek de o dönemde sporda lider olan Milliyet’in iki önemli foto muhabiri Hüseyin Kırcalı ve Yılmaz Canel abilerimiz rakip takım arkasında durur Yusuf abiyi ters kaleye gönderirlerdi. Ancak birçok kez Yusuf abi o kale arkasında tek olduğu için herkesi atlatırdı.
Yusuf Noberi abimiz bugün yaşasaydı böyle bir futbol ortamı içinde her halde her hafta manşet olurdu.
DERWALL’İN ÇANTASINDAKİ ÇİM
Derwall bu ülkeye futbol olarak çok şeyler kattı. Teknik taktik yanı sıra bence en önemlisi futbolun güzel sahalardan oynanması için yaptığı çabalardı.
Bir gün hiç unutmam Almanya’dan dönen Derwall’i gümrüklü sahada muayene memuruna çantasındaki çimleri gösterirken gördüm. Hemen yanlarına gittim. Derwall çimleri memurlara gösterirken bunları Florya’daki antreman sahasında yetiştirmek için örnek olarak Almanya’dan getirdiğini söyledi. İşte spor adamı olmak böyle bir şeydi.
Dostlar o güzel günler gerçekten çok renkliydi. Her şey doğaldı. Yani dijital ortam yoktu. Maçın tek golünü tek kareye sığdırmak zorundaydın. Motorlu makineler gelince biraz rahatladık. Dijital çağda ise hiç sorun yok. Şimdilik hatırlayabildiklerim bunlar.
İŞTE BİZİMKİLER…
Son olarak adlarını hatırlayabildiğim kale arkası yoldaşım olan kimisi rahmetli kimisi yaşama tutunmaya çalışan ağabey ve arkadaşlarımı kısa da olsa hatırlatayım.
İlk sırada sevgili Mahmut Abi, yani MAHMUT KÜÇÜK; Sloganı “Allah Büyük, Mahmut Küçük”tü. İşini bu kadar seven insana zor rastlanır. Gittiği işler için yüksünmezdi. Sevecen, yardımcı ve her an öğretici. Tercüman Gazetesinin Spor Silahşörü. Çok güzel anılarımız vardır. Özellikle keyif sofralarına doyulmazdı.
YILMAZ CANEL; Spor Foto Muhabiri olmasaydı, herhalde Genel Yayın Müdürü olurdu. Sahadaki havası ve giydiği kıyafetler bunun simgesiydi. Milliyet’de görevliydi.
İLYAS NAMOĞLU; Hürriyet’in çoğu zaman tek temsilcisiydi. Hürriyet denilince akla o gelirdi. İşini iyi yapan ve TSYD’nin hamurunda emeği çok olan bir kardeşimdi.
HÜSEYİN KIRCALI; Bab-ı Ali’yi Nikon Fotoğraf makinesiyle tanıştıran bir Urfalıydı. Milliyet’in simge foto muhabiriydi. Ara sıra gittiği Japonya’dan getirdiği bir kaç Nikon’u arkadaşlarına az karla satar, hem kendi makinesini ucuza mal eder hem de orada ki teknolojiyi yakından takip ederdi.
ŞEVKET UYGUN; Tercüman’ın görev adamıydı. Solak olduğu uçun Practica marka makine kullanırdı. Çünkü Practica solaklar için denklanşörü solda olan fotoğraf makinesi yapmıştı. Titiz ve çalışkandı.
KADİR CAN; Gözünü budaktan esirgemez derler ya, işte Kadir tam böyle bir gazeteciydi. Birçok İstihbarat görevinde beraber olduğum Kadir Can’ın bu özelliğine yakından çok kez tanık oldum. Denize ve balıkçılığa merakı çoktu. Şimdi bir adada emekliliğin tadını bu uğraşı ile çıkarıyor. Günaydın Muhabiriydi.
AHMET YÜKSEL; Ahmet benim birkaç özel arkadaşımdan birisiydi. Onunla ilgili çok anım var. Kıbrıs’ta da beraber olduk. Ahmet anlatmakla bitmez. Günaydın’da çalışan Ahmet çok erken gitti…
RIZA PAKYÜZ; Rıza’yı zaten yukarda uzun uzun yazdım. Kendine özel bir kişiydi.
DAYI; Lakabı Dayıydı. Bu lakap kendisine o kadar yapışmıştı ki adını bile hatırlayamadım. Galiba Fethi (Uzun) idi. Çok sevecendi. Mesleğin kahrını çekenlerdendi. Sanırım THA’da çalışırdı. Her maç da onu dudaklarının arasındaki sigarasıyla sahalarda görürdünüz.
YUSUF NOBERİ; Ters kale foto muhabiriydi. Örneğin Fenerbehçe Çatladıkapı ile oynasa bile onu Fener’in arkasına gönderirlerdi. Bütün meslektaşlarını atlattığı çok maçlar olmuştur.
İLHAN DÖRTKOL; Önce Fotospor, sonra Hürriyet’de görevliydi. İstanbul’da çoğunlukla büyük maçların dışındaki başka sahalarda oynanan tüm maçlara onu gönderirlerdi. Bazı geldiği büyük maçlarda ise astsolistleri atlattığı da çok olmuştur.
ALİ ALAKUŞ: Çok talihsiz bir trafik kazasında erken kaybettik. Sirkeci sahil yolunda eşi emniyet görevlisi olan aynı gazetede çalıştığı bir arkadaşının da olduğu görev arabasında sabah işe gelirken talihsiz kaza onu aramızdan aldı. Cumhuriyet Gazetesinde çalışan, güler yüzlü, yardımsever çok sevdiğim bir arkadaşımdı.
ATILAY KAYAOĞLU; Kasımpaşalı olduğu için biraz kabadayı görünüşlüydü ama çok sevecen bir kalbi vardı. Hürriyet Gazetesinde Fotoğraf Servis Şefliğine kadar yükseldi. Denklanşöre boşa basmayan foto muhabirlerindendi.
MEHMET AKGÜNEŞ; Bizim ortamın yakışıklılarındandır. Giyimine kuşamına, saçlarının bakımından konuşmasına kadar sahalarda hep fark edilirdi. Laboratuvar Şefliğinden Spor Foto Muhabirliğine geçen arkadaşlarımızdandı.
HÜSNÜ SAVAŞ’da Mehmet gibi aynı yollardan geçmişti.
SELAHATTİN GÖKHAN; Milliyet’in hem istihbarat, hem de spor muhabirlerindendi. Erken giden arkadaşlarımızdan.
ARİF IŞILDAYAN; Tercüman denilince akla ilk gelen Foto Muhabirlerindendi. Prensip sahibi sözü dinlenen çalışkan bir arkadaşımızdı.
ZOZO; Daha çok magazin muhabiriydi. Ara sıra sahalara gelirdi sırtında hep bir çanta vardı. Daha çok Basın Tribünü önünde dururdu. Bir gün bunun nedeni Atılay’a sorduğumda aldığım cevap beni çok şaşırtmıştı. Meğer Zozo sırtındaki çantada yazılı markanın reklamını yaparmış. O dönemde tek kamera TRT idi. Onlar da Basın Tribününde dururlardı. Sırtındaki çantayı kameranın görüş sahasına getirmeye uğraşır bir yandan da fotoğraf çekermiş. Yabancı kimlikliydi. Sanırım belli bir maaşı yoktu. Çektiği fotoğrafları satıyordu. Bu da bir gelirdi. O gün baktığımda sırtındaki çantada Mudo yazıyordu.
TARIK ÇALDIRAN; Fenerbahçeliği ve Adanalılığı kesinlikle tartışılmaz bir görev adamı.
FEHMİ ÖZGÜLER: Heykeli her türlü spor sahasına dikilecek adam. Yarım asırdan fazladır hala sahalarda. Ömrüne bereket…
İşte dostlar hatırlayabildiklerim bu kadar. Beni unuttun diyen varsa altına kendisini veya tanıdığını yazabilir.
Gidenlere tekrar rahmet, kalanlara sağlık diliyordum.
Sağlıcakla ve Sevgiyle Kalın…
SPOR FOTO MUHABİRLİĞİNİN DAYANILMAZ GÜZELLİĞİ…
Spor foto muhabirliğinin dayanılmaz güzelliği…
Faik Kaptan, Türk spor basınının efsanelerini yazdı
Hürriyet gazetesinin efsane muhabirlerinden Faik Kaptan, havalimanı muhabiri olmasına karşın bir dönem kendisinin yaptığı spor foto muhabirliğini ve foto muhabirlerini yazdı:
Öyle anılar vardır ki, onları hayal edip yeniden yaşamak gerçekten dünyaya değer.
Yani klasik tabiriyle “Hayali Cihan Değer.”
Gerçekten hayallerimiz cihana değdi.
Düşünebiliyor musunuz, İnönü Stadında, saha içinde Foto Muhabiri olarak görev yapıyorsunuz, Galatasaray bir gol atıyor, sahada doktorluk yapan bir ağabeyimiz sevinçten cebinden çıkardığı Marlboro sigarasını kale arkasındaki görevli gazetecilere dağıtıyor.
Frikik atışı sırasında kale arkasındaki bir foto muhabiri baraj kuran futbolcuların sırt numarasını yazıyor. Nedenini sorduğumda gayet sakin bir şekilde “Yarın oynayacağım at yarışında şans numaraları olarak yazacağım” diyor.
Yine bir maç arasında kale arkasına giderken benim adım söylenerek tam beş dakika en az 10 bin kişinin “ İ.ne Faik” diye bağırması.
Galata köprüsünü geçmeden dolmuş parasını vermeyen meslektaş…
Bu ve bunun gibi çok sayıda anımı 1970- 1985 yılları arasında bazen görevli, bazen keyif olarak gittiğim o tarihi İnönü Stadı zeminlerinde yaşadıklarımı aşağıda okuyabilirsiniz. Evet yine uzun bir yazı ancak belgesel niteliğinde. Aceleye getirmeyin, keyifli bir anınızda okuyun. Seveceksiniz.
Bu yazıya başlamadan o dönemde beraber görev yaptığım hayata veda etmiş tüm gazeteci arkadaşlarıma rahmet, hayatta olanlara da sağlık dilemek istiyorum. O dönemlerde çok maçta iki elin parmakları kadardık. Büyük maçlar da ise en fazla 25 kişi olurduk.
İNÖNÜ STADI…
İnönü Stadı bizler için bir mabet gibiydi. 1970’li yıllar da Şeref Salonu ve Basın Tribünün bulunduğu ana kapının üstünde sadece “İnönü Stadı” yazardı. Sonra siyasal nedenlerle İnönü kalktı Mithatpaşa oldu. Daha sonra BJK İnönü Stadı oldu. Hatta bir yapı şirketinin adı bile verildi. Ancak hepsinde de Dolmabahçe diye anıldı.
Önünde Dolmabahçe Sarayı ve Boğaz denizi, arkasında Havagazı depoları (Gazhane), çevrede de ulu çınarlar vardı.
Stat sıfır rakımlıydı. Yani deniz seviyesindeydi. Dünyada en çabuk boşalan stattı. Maçtan yarım saat sonra o güzelim seyyar köftecileri bile bulamazdınız. Hele bir Arnavut köfteci vardı ki, maçtan önce gazetecilerin buluşma yeriydi. Maç bittikten sonra stat çalı süpürgeleriyle süpürülürdü. Açık tribün çöpleri arasında Bafra, Kapalı Tribün çöpleri arasında Samsun Maltepe, Numaralı Tribün çöpleri arasında Us Kent, Palmall sigara izmaritleri çoğunluktaydı. Tribünlerin renkli simaları ise, yukarıdan aşağıya oturan Toplum Polisleriydi.
En önemlisi ise tribünlerdeki taraftar sayısı tam yarı yarıya idi. Kentin tek stadıydı. Çarşamba günleri antremanlara açılırdı. Çok kullanıldığı ve drenaj olmadığı için ilk yağmurlardan sonra çamur içinde kalırdı. Böyle havalarda maçlara çizme ile çıkardık.
Gazetecilerin özgürlük alanıydı. Oyun anında sakatlık durumunda saha içine kadar girerdik. Maça dakikalar kala statta olurduk. Devre arasında futbolcular, hakemler ve gazeteciler aynı koridor üstündeki tek çay ocağından faydalanırdı. Çaycı Ahmet abinin yeri. Tabi çay servisi önce hakem ve futbolculara, en sonunda da bize yapılırdı. Çok soğuk ve yağışlı havalarda tam çay ocağının karşısında büyük bir radyatör vardı, ona dayanarak ısınır ve üstümüzü kuruturduk. İlk zamanlar sahadaki foto muhabirine sayısal olarak kısıtlama yoktu. Zamanla bir kontenjana bağlandı. Gazetelerin trajına göre 5-4-3-2 gibi. Tabi bütün bu yokluk ve zorluklar ileriki tarihlerde TSYD sayesinde aşıldı. Önce Basın Tribünü altında bir basın odası alındı ve içinde de dolaplarımız oldu. Dolaplardaki en önemli eşyamız çamurlu havalarda giydiğimiz çizmelerdi.
Sevgili dostlar buraya kadar sizlere sadece o dönemin saha şartlarını yazdım. Gelelim kısa kısa anılara.
GOLÜN İKRAMİYESİ MARLBORO…
Gazeteciliğe başladığım 1970 yılından sonra tam üç yıl boyunca her hafta sonu maçlarda görev yaptım. Gazetelerde spor servisleri küçük boyuttaydı. İstihbarattaki foto muhabirleri spor işine de giderdi. Spor sayfaları da genellikle arka içte yarım sayfaydı.
İşte böyle günlerde Cağaloğlu’ndan Dolmabahçe’ye gitmek hayli zordu. Büyük gazetelerin muhabirleri kendi gazetesinin aracıyla gidiyordu. Bizler ise belediye otobüsü ile gidiyorduk. Bir süre sonra Hürriyet Gazetesinin tam karşısında 1958 model Chevrolet marka otomobiliyle bugünkü tabirle korsan taksicilik yapan “Pala” lakaplı bir bıçkın abimiz vardı. Beş arkadaş Pala’yla anlaştık. Adam başı 2,5 lira veriyorduk. Kadir Can, Rıza Pakyüz (Günaydın), Ali Alakuş (Cumhuriyet), Son Havadis’ten bir arkadaş ve ben (Dünya Gazetesi). Yalnız Rıza Pakyüz’ün bir huyu vardı. Yola çıkarken paraları toplardık. Rıza Galata Köprüsünü geçmeden vermezdi. Sorduğumuzda da, “Neme lazım lastik patlarsa başka arabaya geçerim” derdi. Alışmıştık, gülerdik. Ancak bir gün gerçekten haklı çıktı. Bizim Pala’nın aracının lastiği tam Eminönü’nde patladı. Bizler parayı vermiştik. Rıza vermemişti. Kazanan o oldu. Pala’dan da parayı geri istemek zordu…
Ben Galatasaraylıydım. Sahaya inince de rakip takımın arkasına geçer Galatasaray’ın golünü çekmeye çalışırdım. Kale arkasındaki arkadaşlıklarımız çok güzeldi. Yılmaz Canel, Hüseyin Kırcalı, Atılay Kayaoğlu, Ahmet Yüksel, Şevket Uygun, İlyas Namoğlu, Selahattin Gökhan, Arif Işıldayan, Mahmut Küçük ve adlarını hatırlayamadığım efsanelerin tecrübelerinden çok yararlandım.
Bütün bu gazetecilerin yanında bir de doktorumuz vardı. Bu doktor hastalık derecesinde Galatasaraylıydı. Bildiğim kadarıyla sahalarda futbolculara müdahale eden ilk doktordu. Galatasaray’ın doktoruydu ama sakatlanan bütün futbolculara bakardı. Sonradan öğrendim Okmeydanı Hastanesinde Bevliye mütehassısıymış. Bu rahmetli doktorumuzun adı Okyay Kavrakoğlu.
İnanın ismini önceleri hatırlayamadım. Google’yi taradım bulamadım. GS’nin sayfasını taradım bulamadım. Aklıma arkadaşım Sedat Vanizör geldi. O çok iyi bir GS’li. O da doktoru hatırladı ama adını hatırlayamadı. Fakat yaptığı kısa bir araştırma sonrası doktorumuzun adını söyledi. Sağol Sedat.
Bu doktorumuzun en büyük özelliği Galatasaray gol attığı zaman hemen cebinden içtiği Marlboro sigarasını çıkartır ve hepimize birer tane ikram ederdi. Doktorun bu huyunu bilen bizler gol olduğu anda hemen doktorun başına çökerdik. Çünkü Marlboro çok kıymetli bir sigaraydı. Piyasada bulunmaz ve çok pahalıydı. Kaçak satılırdı. Kent ve Palmall sigaraları piyasada bulunurdu ama Marlboro çok zordu. Hatta bir Fenerbahçe- Galatasaray maçında atılan bir golden sonra karşı kale arkasındaki iki foto muhabiri arkadaşımız Allah sizi inandırsın santra yapılmadan tam sahanın ortasında koşarak bizim tarafa gelip sigaralarını aldılar. Bunlardan birisi olan abimiz Fenerbahçeliydi. Marlboro sigarasını yaktıktan sonra kale dikerlerinin yanına kadar gelip Fener kalecisi Yavuz’a, “ Nasıl yersin o golü” diye bayağı serzenişte bulundu. Yavuz da kendisine , “Abi ne olursun sus. Zaten moralim çok bozuk” diye cevap verdi.
Türkiye’nin ilk saha içi doktoru Okyay Kavrakoğlu abimize rahmetler olsun…
YAVUZ’A GELEN ÇAKMAK…
Yukarıdaki yazıyı yazarken FB kalecisi Yavuz’un adı geçince onunla ilgili küçük bir anımı da hatırladım. Yine bir GS- FB maçındayım. Kalede Yavuz. Bir iki küçük hata yaptı. Deniz tarafındaki kale arkasındayım. O kaleyle deniz tarafındaki tribün oldukça yakındı. Tam arkamızdan yapılan bütün söylemleri çok rahat duyabiliyorduk. Bir anda iki metre önümdeki Yavuz acıyla sunturlu bir küfür etti ve sırtını sıvazlamaya başladı. O anda da yerden bir madde alıp kale arkasına benim tarafıma doğru attı. Ayaklarımın dibine düşen maddeye baktım Bir çakmaktı. Elime aldım o dönemin moda çakmağı Zippo idi. Yavuz’a tribünden çakmak atılmıştı. Yavuz bana “Al senin olsun” dedi. Şimdi olsa hakeme verirler. Yavuz’u Allah korumuştu. Zira o okkalı çakmak sırtına değil kafasına gelse ciddi bir yaralanmaya neden olurdu. Neyse ben çakmağı cebime attım. Hay atmaz olaydım. Beş dakika sonra arkadan davudi bir ses önce tehditkar bir sesle çakmağını geri istedi. Önceleri duymazlıktan geldim. Ancak adam durmuyordu.
Bu kez rica etmeye başladı ve “ Valla ben atmadım. Arkadaş attı” demeye başladı. Sonunda dayanamadım ve maç bitince basın tribüne önüne gelmesini söyledim. Çakmağı orada vermem doğru olmazdı.
Maç sonu Basın Tribünü önünde çakmağı teslim ederken bir daha böyle bir hareket yapmaması konusunda kendisinde söz aldım. O da bana “Valla ben atmadım” dedi. Yanındaki arkadaşını göstererek, “Bu şerefsiz sigarasını yakmak için benden çakmağı istedi. Ben de verdim. Sigarasını yakar yakmaz çakmağı fırlattı. Nişanlımın hediyesi, sağ olasın” dedi.
SIRT NUMARALARINDAN GANYAN KUPONUNA…
Bu kez Gazhane tribünü arkasındayım. Yine bir Galatasaray maçı. Galatasaray ceza sahasına yakın bir yerden faul atışı kazandı. Futbolcular baraj kurarken bizler de kale arkasında pozisyon alma gayretindeyiz.
Bu arada yan tarafımda bulunan Günaydın muhabiri Rıza Pakyüz fotoğraf makinesini koltuk altına almış, elinde kalem kağıt bir şeyler yazıyordu. Dikkatle baktım bir takım numaralar yazmaya çalışıyordu.
“Ne yapıyorsun Rıza” diye sorduğumda aldığım cevap herhalde o sahaların tarihine geçti:
“ Barajdaki futbolcuların sırt numarasını yazıyorum. Yarın Veliefendi’ye gideceğim, orada bir altı yazmaya niyetim var. İşte bu futbolcuların sırt numarasını kupona yazıp şansımı deneyeceğim” dedi.
İşte bu klasik bir Rıza Pakyüz hareketiydi.
Rıza’nın çok ilginç haberleri de vardı. Karlı bir günde Gülhane Parkındaki Deve’ye büyük annesinin ördüğü yün hırkayı giydirmiş ve “Çöl sıcağına alışık Deve üşümesin diye hırka giydirdiler“ şeklinde haber yapmıştı.
10 BİN KİŞİ “İ.NE FAİK” DİYE BAĞIRDI…
Dünya Gazetesinden Hürriyet grubuna geçtikten sonra çok sayıda maça gittim. Tabi ki önceliğim Galatasaray maçlarıydı.
Yer yine Dolmabahçe Stadı, Galatasaray- Beşiktaş maçı. Devre arasına 0-0 gidildi. Basın tribünü altındaki yeni odamızda çaylarımızı içtikten sonra ikinci yarı için tekrar sahaya çıktık. Yanımda rahmetli Atılay Kayaoğlu vardı. Beraber Gazhane tarafındaki kale arkasına doğru yürüyorduk. Kapalı tribün önünü geçip açık tribün önüne geldiğimiz sırada Atılay bana, “ Tak tak duydun mu sana bağırıyorlar” dedi. O dönemde bana Emniyet Müdürlüğünde takılan bir lakapla bazı arkadaşlar “Tak Tak” derlerdi.
Önce ne olduğunu anlamadım. Ses gittikçe artıyordu ve “İ.ne Faik” sloganı dalga dalga yayılıyordu. Kale arkasına geldiğimizde bütün Gazhane tribünü hep bir ağızdan “İ.ne Faik “ diye bağırıyordu.
Kale arkasındaki herkes şaşkındı. Ben tabi resmen tırstım. Neyse maç başladı da sesler kesildi.
Maç bitti ben tanınmamak için rahmetli arkadaşım Cumhuriyet muhabiri Ali Alakuş’un üstündeki montu giydim. Dışarıya öyle çıktım.
Gazeteye geldim herkes bunu konuşuyordu. Nedenini anlamamıştık.
Ertesi gün asıl görevimin olduğu Havalimanı’na gittim. Dış Hatlar geliş katında bir işe gitmiştik. Tekel Duty Free’nin önüne geldiğim zaman yaptığı şakalarla tanınan Ersan Aksoylu adlı arkadaş bana bakarak kıs kıs gülüyordu. Tekel’de grup şefiydi. Arkadaşlarına şaka yapmayı çok severdi. Kendisine dönüp, “ Hayırdır Ersan” dedim.
Bana “Nasıl sana dün yaptığımı beğendin mi” dedi.
Önce anlamadım. Bir anda Beşiktaş’ın tribün liderlerinden olduğunu hatırlayınca uyandım ve “O sen miydin” dediğimde, gülerek tezgahın arkasına kaçtı. “Nasıl becerdin o işi” dediğimde ise şu cevabı verdi:
“Sen arkadaşınla tam önümüzden geçiyordun. Sana bağırdım duymadın. Ben yanımdaki 7-8 arkadaşa şu giden gazeteci var ya hep Beşiktaş’ın aleyhine yazıyor. Adı Faik. Hadi şuna bağıralım dedim. Önce on kişi başladık ama toplum psikolojisi, senin adın bir anda dalga dalga yayıldı. Biz de şaşırdık ama yapacak bir şey yoktu.”
Önce çok kızdım, ancak ciddi bir olay olmadığını öğrenince rahatladım.
TİPİ NÖBETİ…
Deniz tarafındaki kale arkası yaz günleri çok güzel, kış günleri ise felaketti. Yine böyle felaket bir kış günü sahaya indiğimiz de görevliler kömür tozuyla çizgileri çekiyordu. Bütün gün kar yağmış, görevliler küreklerle biraz temizlemiş ancak hala bembeyazdı. İlk yarı deniz tarafındaki kale arkasında duruyorduk. Maç başladıktan 20 dakika sonra müthiş bir tipi başladı. Rüzgar da tam karşıdan geldiği için maçı takip etmekte zorlanıyorduk. Bunun üzerine içimizden bir abimiz nöbetleşe kaleye bakmayı teklif etti.
Evet, dostlar 10 kişi kadardık ikişer dakika nöbet tutsak devreyi tamamlardık. Nöbet de şöyle oluyordu. Nöbet tutmayanlar kaleye sırtı dönük oturuyor, nöbetçi ise top kaleye yaklaştığı zaman “Top geliyor” diye bağırıyordu. Böylece hep birlikte dönüp denklanşöre basıyorduk. Sonunda dördüncü nöbette hakem maçı durdurdu ve futbolcularla beraber hepimiz soyunma odalarına koştuk. Tabi en çömezlerden birisi ben olduğum için ilk nöbeti de tutmuştum. Sonunda maç ertelendi ve ertesi gün aynı dakikadan devam etti.
SAHADA NASIL NAKAVT OLDUM.
Yine, bir Galatasaray maçı. Rakip takımın arkasındayım. Deniz tarafındaki kale arkası. Her zaman kalenin tam arkasına oturur atılan golün filelerdeki anını çekmeye çalışırdık. Bizden istenen daha çok hem golü atan gözükecek, hem de top filelerde şişmiş olacak. İşte o anı yakalamak gerçekten ustalıktı.
O gün maçta iki kişiydik. Arkadaşım kale arkasına geçti. Ben kale direğine bir metre mesafede yan tarafta bir yer tuttum. Amacım güzel bir enstantane yakalamaktı. Galatasaray’ın santraforu Gökmen Özdenak’tı. Ayak adaleleri çok kuvvetli ve toplara da çok sert vuran bir futbolcuydu.
O anda kale önünde bir karambol oldu. Ben makine gözümde bekliyorum. Top Gökmen’e geldi. Gökmen öyle bir abandı ki, ben denklanşöre basıp Minolta marka makinemi gözümden ancak indirebildim. Zira top tam bana geliyordu.
Vee geldi de. Alnıma öyle bir şiddetle çarptı ki, inanın ayaklarım havaya kalktı ve sırt üstü çimlere uzandım. Topun şiddetle başıma çarpması sonucu gözlerim karardı. Yanıma hemen orada olan yukarda adını belirttiğim sevgili doktor abimiz geldi. Çantasından çıkardığı torba içindeki buzu alnıma koydu ve benimle konuşmaya başladı. Gökmen de yanıma gelmişti. Neyse kısa sürede kendime geldim ve görevime devam ettim.
Ama kulaklarımda hiç unutmadığım o slogan vardı. Deniz tarafındaki rakip takım taraftarları hep bir ağızdan” Geber ulan ibne” diye bağırıyorlardı.
Gazeteye gidip filmi yıkadığımda o an tek kare koskoca bir top olarak çıkmıştı.
YUSUF NOBERİ GERÇEĞİ
Milliyet Gazetesinde Yusuf Noberi adında bir abimiz vardı. Yusuf abi maçlarda devamlı ters kaleye giderdi. Yani FB, GS, BJK gibi takımların maçlarında bile rakip takımın golünü çekmek için onların kale arkasına giderdi. Sorduğumuzda “Böylesi daha iyi” derdi. Ancak bir gerçek de o dönemde sporda lider olan Milliyet’in iki önemli foto muhabiri Hüseyin Kırcalı ve Yılmaz Canel abilerimiz rakip takım arkasında durur Yusuf abiyi ters kaleye gönderirlerdi. Ancak birçok kez Yusuf abi o kale arkasında tek olduğu için herkesi atlatırdı.
Yusuf Noberi abimiz bugün yaşasaydı böyle bir futbol ortamı içinde her halde her hafta manşet olurdu.
DERWALL’İN ÇANTASINDAKİ ÇİM
Derwall bu ülkeye futbol olarak çok şeyler kattı. Teknik taktik yanı sıra bence en önemlisi futbolun güzel sahalardan oynanması için yaptığı çabalardı.
Bir gün hiç unutmam Almanya’dan dönen Derwall’i gümrüklü sahada muayene memuruna çantasındaki çimleri gösterirken gördüm. Hemen yanlarına gittim. Derwall çimleri memurlara gösterirken bunları Florya’daki antreman sahasında yetiştirmek için örnek olarak Almanya’dan getirdiğini söyledi. İşte spor adamı olmak böyle bir şeydi.
Dostlar o güzel günler gerçekten çok renkliydi. Her şey doğaldı. Yani dijital ortam yoktu. Maçın tek golünü tek kareye sığdırmak zorundaydın. Motorlu makineler gelince biraz rahatladık. Dijital çağda ise hiç sorun yok. Şimdilik hatırlayabildiklerim bunlar.
İŞTE BİZİMKİLER…
Son olarak adlarını hatırlayabildiğim kale arkası yoldaşım olan kimisi rahmetli kimisi yaşama tutunmaya çalışan ağabey ve arkadaşlarımı kısa da olsa hatırlatayım.
İlk sırada sevgili Mahmut Abi, yani MAHMUT KÜÇÜK; Sloganı “Allah Büyük, Mahmut Küçük”tü. İşini bu kadar seven insana zor rastlanır. Gittiği işler için yüksünmezdi. Sevecen, yardımcı ve her an öğretici. Tercüman Gazetesinin Spor Silahşörü. Çok güzel anılarımız vardır. Özellikle keyif sofralarına doyulmazdı.
YILMAZ CANEL; Spor Foto Muhabiri olmasaydı, herhalde Genel Yayın Müdürü olurdu. Sahadaki havası ve giydiği kıyafetler bunun simgesiydi. Milliyet’de görevliydi.
İLYAS NAMOĞLU; Hürriyet’in çoğu zaman tek temsilcisiydi. Hürriyet denilince akla o gelirdi. İşini iyi yapan ve TSYD’nin hamurunda emeği çok olan bir kardeşimdi.
HÜSEYİN KIRCALI; Bab-ı Ali’yi Nikon Fotoğraf makinesiyle tanıştıran bir Urfalıydı. Milliyet’in simge foto muhabiriydi. Ara sıra gittiği Japonya’dan getirdiği bir kaç Nikon’u arkadaşlarına az karla satar, hem kendi makinesini ucuza mal eder hem de orada ki teknolojiyi yakından takip ederdi.
ŞEVKET UYGUN; Tercüman’ın görev adamıydı. Solak olduğu uçun Practica marka makine kullanırdı. Çünkü Practica solaklar için denklanşörü solda olan fotoğraf makinesi yapmıştı. Titiz ve çalışkandı.
KADİR CAN; Gözünü budaktan esirgemez derler ya, işte Kadir tam böyle bir gazeteciydi. Birçok İstihbarat görevinde beraber olduğum Kadir Can’ın bu özelliğine yakından çok kez tanık oldum. Denize ve balıkçılığa merakı çoktu. Şimdi bir adada emekliliğin tadını bu uğraşı ile çıkarıyor. Günaydın Muhabiriydi.
AHMET YÜKSEL; Ahmet benim birkaç özel arkadaşımdan birisiydi. Onunla ilgili çok anım var. Kıbrıs’ta da beraber olduk. Ahmet anlatmakla bitmez. Günaydın’da çalışan Ahmet çok erken gitti…
RIZA PAKYÜZ; Rıza’yı zaten yukarda uzun uzun yazdım. Kendine özel bir kişiydi.
DAYI; Lakabı Dayıydı. Bu lakap kendisine o kadar yapışmıştı ki adını bile hatırlayamadım. Galiba Fethi (Uzun) idi. Çok sevecendi. Mesleğin kahrını çekenlerdendi. Sanırım THA’da çalışırdı. Her maç da onu dudaklarının arasındaki sigarasıyla sahalarda görürdünüz.
YUSUF NOBERİ; Ters kale foto muhabiriydi. Örneğin Fenerbehçe Çatladıkapı ile oynasa bile onu Fener’in arkasına gönderirlerdi. Bütün meslektaşlarını atlattığı çok maçlar olmuştur.
İLHAN DÖRTKOL; Önce Fotospor, sonra Hürriyet’de görevliydi. İstanbul’da çoğunlukla büyük maçların dışındaki başka sahalarda oynanan tüm maçlara onu gönderirlerdi. Bazı geldiği büyük maçlarda ise astsolistleri atlattığı da çok olmuştur.
ALİ ALAKUŞ: Çok talihsiz bir trafik kazasında erken kaybettik. Sirkeci sahil yolunda eşi emniyet görevlisi olan aynı gazetede çalıştığı bir arkadaşının da olduğu görev arabasında sabah işe gelirken talihsiz kaza onu aramızdan aldı. Cumhuriyet Gazetesinde çalışan, güler yüzlü, yardımsever çok sevdiğim bir arkadaşımdı.
ATILAY KAYAOĞLU; Kasımpaşalı olduğu için biraz kabadayı görünüşlüydü ama çok sevecen bir kalbi vardı. Hürriyet Gazetesinde Fotoğraf Servis Şefliğine kadar yükseldi. Denklanşöre boşa basmayan foto muhabirlerindendi.
MEHMET AKGÜNEŞ; Bizim ortamın yakışıklılarındandır. Giyimine kuşamına, saçlarının bakımından konuşmasına kadar sahalarda hep fark edilirdi. Laboratuvar Şefliğinden Spor Foto Muhabirliğine geçen arkadaşlarımızdandı.
HÜSNÜ SAVAŞ’da Mehmet gibi aynı yollardan geçmişti.
SELAHATTİN GÖKHAN; Milliyet’in hem istihbarat, hem de spor muhabirlerindendi. Erken giden arkadaşlarımızdan.
ARİF IŞILDAYAN; Tercüman denilince akla ilk gelen Foto Muhabirlerindendi. Prensip sahibi sözü dinlenen çalışkan bir arkadaşımızdı.
ZOZO; Daha çok magazin muhabiriydi. Ara sıra sahalara gelirdi sırtında hep bir çanta vardı. Daha çok Basın Tribünü önünde dururdu. Bir gün bunun nedeni Atılay’a sorduğumda aldığım cevap beni çok şaşırtmıştı. Meğer Zozo sırtındaki çantada yazılı markanın reklamını yaparmış. O dönemde tek kamera TRT idi. Onlar da Basın Tribününde dururlardı. Sırtındaki çantayı kameranın görüş sahasına getirmeye uğraşır bir yandan da fotoğraf çekermiş. Yabancı kimlikliydi. Sanırım belli bir maaşı yoktu. Çektiği fotoğrafları satıyordu. Bu da bir gelirdi. O gün baktığımda sırtındaki çantada Mudo yazıyordu.
TARIK ÇALDIRAN; Fenerbahçeliği ve Adanalılığı kesinlikle tartışılmaz bir görev adamı.
FEHMİ ÖZGÜLER: Heykeli her türlü spor sahasına dikilecek adam. Yarım asırdan fazladır hala sahalarda. Ömrüne bereket…
İşte dostlar hatırlayabildiklerim bu kadar. Beni unuttun diyen varsa altına kendisini veya tanıdığını yazabilir.
Gidenlere tekrar rahmet, kalanlara sağlık diliyordum.
Sağlıcakla ve Sevgiyle Kalın…