Konar-göçer müzisyen
her tınıda Trabzonspor
Ankara’dan 9 yaşında ailesiyle İsviçre’ye göç eden Ali Deniz Özkan, çocukluğunda heveslisi olduğu rock müziğe burada adım attı. Müziği ile birlikte sevdalandığı Trabzonspor ise hayattaki en büyük tutkusu oldu. 1996’da İsviçreli rock grubu Swoan ile çıkardığı bir parçanın adını da Trabzonspor koyan Özkan, daha sonra müzik yaşamına ABD ve Latin Amerika ülkelerinde devam etti. Müziğinde her dönem Trabzonspor’u bir motif olarak kullanan Özkan, 19 yıldır ‘Karadeniz Fırtınası’ anlamına gelen Black Sea Storm projesiyle konar-göçer olarak hayatına ve müziğine farklı ülkelerde devam ediyor. Özkan Sümer’in deyişiyle “Trabzonspor ona hayat verenlerin hayatıdır” sözünün tam da yansıması olan Ali Deniz Özkan ile müthiş bir tutkuyu anlatan röportaj gerçekleştirdik
FATİH SAYGIN)

-Türkiye’den erken yaşlarda çıkıp önce Avrupa sonra da Amerika ve Latin Amerika’da yaşam sürdünüz. Yaşam hikayenizi öğrenebilir miyiz?
1975 Ankara doğumluyum, 1984’te ailem ile birlikte İsviçre’ye göçtüm. Çocukluk yıllarımda rock müziğe ilgi duydum. 1991’de ortaokul arkadaşlarımla ilk rock grubumu kurdum. 1994’te Swoan grubu ile çalmaya başladım. 1996’da Trabzonspor adlı 45’lik, 1998’de ise “In Love” adlı bir albüm çıkardık bu grupla.
1999’un eylül ayında ABD’ye göçtüm. 2001 senesinde Kaliforniya eyaletinin San Diego şehrinde de “Bosom of the Urgent West” adlı bir grupta çalmaya başladım. 2002 senesinde “Channing Cope” grubunu kurduk. 3 albüm çıkardık, 200’den fazla konser verdik 10’a yakın da turne yaptık.
Buna ek olarak 2002 senesinde, tek başıma “Black Sea Storm” projesine başladım. 2011 Mart ayında İsviçre’ye geri dönme kararı aldım. “Black Sea Storm” ile İsviçre’de iki albüm çıkardım.
2017’nin ocak ayı Arjantin’e göçtüm. Burada kendime yarı-portatif bir stüdyo kurup tekli albümler çıkarmaya başladım. Arjantin’de bir buçuk sene kaldıktan sonra Ağustos 2018’de konargöçer hayata geçmeye karar verdim ve “Black Sea Storm” ile farklı Latin Amerika ülkelerinde önce sokak müzisyenliği yaptım, sonra da konserler vermeye başladım. 2022’ye girerken hâlâ bu konargöçer hayata devam etmekteyim ve “Black Sea Storm” benim şu an aktif olduğum tek rock-müzik projesi. Bu proje ile Arjantin, Uruguay, Şili, Peru, Guatemala ve Meksika’da müzik üretme fırsatı yakaladım.
-Ankaralı biri olarak Ali Deniz’i Trabzonspor’la tanıştıran ne oldu. Sizi Trabzonspor’a bağlayan şeyler nelerdi?
Hayatımda ilk Trabzonspor ile tanışmam 80’li yıllarda Ankara Yenimahalle’deki dedemin evinde oldu. Kuzenim o dönemde dedemlerde yaşıyordu ve koyu bir Trabzonspor’luydu. Bir gün odasına girdim, duvarda takımın o zamanki gazetelerin dağıttığı posteri gördüm. Posterin üst kısmına düğün çelenkleri için kullanılan altın renkli puntolar ile kuzenimin Trabzonspor yazma çabasına şahit oldum. Anlaşılan çiçekçide Trabzonspor’un “Z” harfini bulamamış ikinci bir “N” harfini yan yatırıp “Z” harfine dönüştürmüştü. Bu Trabzonspor ile ilk tanışmam oldu, ama beni Trabzonspor’lu yapmaya vesile olmadı bu olay. Sadece çocuk yaşta bilinçaltıma bir şeyler yerleştirdiğini düşünüyorum.
Ben Trabzonlu değilim, doğuştan Trabzonsporlu da değilim. Bir sürecin sonunda gerçek anlamda Trabzonspor’lu oldum. Bu sürecin ilk etabı 90’larda Avrupa’da yaşayan Türklerin uydu yayınlarıyla tanışması oldu. O zamana kadar benim için Türk futbolu oldukça soyut bir kavramdı. O dönemlerde “Swoan” grubunda bas gitar çalıyordum. Uydu yayınları hayatımıza girdikten sonra maçları izlemeye başladık ve Trabzonspor beni büyülüyordu. Sadece oynadığı futbol ile değil, renkleri, ‘psychedelic’ olarak algılanabilecek 70’ler stilindeki arması, geçmiş kadrolardaki rockçı imajlı futbolcuları ve kulübün ismi. Tıpkı sahadaki 11 oyuncu gibi, 11 harften oluşan tek bir kelime: “Trabzonspor”. Bu isim bana çok güçlü gelmişti. Ne zaman kelimeyi yazılı olarak görsem beni havaya sokuyordu.
Grubun kurucusu ve lideri David Mamie ile parçalar için orijinal ve güçlü isimler arıyorduk.
Şarkı ismi fikirlerimi bir liste haline getirip David’e sundum. İçinde Trabzonspor da vardı. Swoan ile bir provamızdan önce David yanıma geldi ve “Senin şu şarkı ismi listesi var ya, sanırım Trabzonspor kelimesini şarkı ismi olarak kullanabiliriz” dedi.

TRABZONSPOR FORMASIYLA KONSERLER VERDİK
Trabzonspor şarkı ismi o dönemki en güçlü parçamıza denk geldi. Hele canlı konserlerde dinleyicilerden çok iyi geri dönüş alıyorduk. Herkes bize parçanın adını soruyordu, biz de Trabzonspor diyorduk. Bazı kişiler futbol kulübünü tanıyorlardı bazıları ise parçanın sayesinde ilk kez kulübün ismini duymuş oluyorlardı.
Fransa’da bir banliyö muhitinde verdiğimiz konserde gitaristimiz Alex Müller, Trabzonspor forması giymişti. Konserden önce bir şeyler almaya dışarı çıkmış, mahallede yürürken üzerinde forma ile camdan pencereden millet ona “Trabzon! Trabzon!” diye sesleniyormuş. Baya şaşırmıştı.
Bir süre sonra Noise Product adlı bir plak şirketi elemanları Cenevre’deki bir konserimize geldiler. Konserden sonra bize 45’lik çıkartma teklifinde bulundular. Konserlerimize gelen çoğu insan gibi onlarda Trabzonspor parçasını çok beğenmişlerdi. Parçayı gidip stüdyoda kayıt ettik ve çıkacak 45’liğin A yüzüne koymaya karar verdik.
Tesadüfen, plağın çıkış konserinden bir hafta önce, bizim plak şirketi sahipleri iki günlüğüne İstanbul’a gitmişlerdi. Kapalıçarşı’da replika Trabzonspor formaları görünce onlardan bir kaç tane alıp bize Cenevre’ye getirmişlerdi. Biz de o formaları Trabzonspor plak çıkışı konserinde giymiştik.
45’lik çıkınca Trabzonspor parçasına ilgi giderek artmaya başladı. Bir yandan 95-96 sezonunu takip ediyordum bir yandan bu parça ile birlikte grubum büyüyordu. Tüm bu rüya gibi geçen süreç beni Trabzonsporlu yaptı diyebilirim. 95-96 sezonu sonu kaçırdığımız şampiyonlukta beni çok derinden yaralamıştı, ama aynı zamanda beni tam anlamda Trabzonsporlu yaptığını düşünüyorum. O malum maçtan sonra, ‘bu iş daha burada bitmedi’ diye hırslanıp daha da sıkı sarıldım Trabzonspor’a.
-Müzik hayatınız Swoan ve öncesinde nasıl gelişti?
Müziğe ilgim çocukken 70’ler sonu Ankara’da başlamıştı. Babam müzik dinlemeye çok meraklıydı. Onun sayesinde Led Zeppelin, Pink Floyd gibi guruplar ile çok erken yaşta tanışma fırsatı buldum. Aynı zamanda klasik müzik de dinlenirdi evde. Bunun kulağımı erken yaşta geliştirdiğini düşünüyorum. O dönemler beni en çok büyüleyen oluşumlar sonradan Türk Psychedelic, Anadolu Rock diye adlandırılan müzik türüne ait oluşumlardı. Kurtalan Ekspres ve Barış Manço hayranıydım. O zaman daha henüz enstrümanım yoktu ama evin salonunda kanepeleri sahne olarak kullanıp hava gitarı çalıp, Barış Manço söylerdim. Kendimi o kadar kaptırmıştım ki olaya, eve gelen misafirlere evin antresinde konser bileti kesip onlara arkada çalan plak eşliğinde konserler verirdim. Bana Ali Manço diye isim takanlar bile olmuştu o zamanlar.
Bir gün Kurtalan Ekspres ve Barış Manço, Ankara Arı Sinemasında konser verdiler. Annem beni o konsere götürmüştü. Şarkıların sırası aynı albümdeki sıraydı. Parçalar başlamadan hangi parçayı çalacaklarını biliyordum ezbere. O konsere kendi çapımda, ayakta, bağıra bağıra, hava gitarımı çala çala baştan sona eşlik ettiğimi hatırlıyorum.
İsviçre’ye taşındığımızda ailem beni piyano dersine yazdırmıştı ama kanım hiç ısınmamıştı. Gerçek anlamda ilk rock enstrüman ile tanışmam 1990 senesinde annemle yaptığımız bir ziyarette gerçekleşmişti. Annem bir Türk gününe beni yanında götürmüştü. Evde dolaşırken karşıma kırmızı renk bir elektrikli “Ibanez” gitar ve küçük bir “Fender” amfi çıktı. Ev sahibi Meral hanım, istersem gitarı ve amfiyi ödünç alabileceğimi söyledi bana. Rock kariyerime ilk adımımı bu şekilde atmış oldum.
Üç akort çalmasını öğrenir öğrenmez orta okul arkadaşlarımla ilk gurubumu kurdum. Daha sonra lise grubuna dönüştü. Lise grubu dağıldıktan sonra ‘Skillings’ adlı bir grupta gitarist olarak çaldım. Grubun davulcusu seneler sonra Swoan’ın ikinci davulcusu olacak Bernard Widmer’di. Skillings dağıldıktan sonra, grup bulmakta baya zorlanıyordum gitarist olarak. Cenevre rock sahnesini iyi tanıyan, annemin Victor adlı bir arkadaşı, bana bas çalmamı tavsiye etti. Bas çalarsam daha rahat grup bulabileceğimi söyledi bana.
Beraber çaldığımız süre içerisinde, Skillings grubunun basçısı Alex Perez ve davulcusu Bernard Widmer beni baya etkilemişleridir. Onlar sayesinde bas davul ilişkisini daha iyi kavrama fırsatı bulmuştum. Skillings sonrası ben de basçı olmaya karar verdim. Alex Perez’in Christian Kleiner adlı bir hocası vardı. Los Angeles BIT mezunu. Ondan bas dersleri almaya başladım. Müzikal anlamda pek ilgimi çekmeyen ama beni basçı olarak geliştiren yeni kurulan bir grupta çaldım bir kaç ay. Ta ki bir gün, bir müzik dükkanında Swoan grubunun basçı aradığı ilanı görene kadar.
Denemeye gittim. Grup çok hoşuma gitmişti. Önce beni gruba almak istemediler. Ben ise bu gruba girersem yırtar gideriz diye düşünmüştüm. David’in gitar çalışı, ses tonu, görünüşü tam bir indie/grunge-rock yıldızını anımsatıyordu, o zamanki davulcu Bertand Blessing İsviçre askeri trampet şampiyonuydu. Elleri bir rock davulcusu için fazla iyiydi. İkinci gitarları ise Vincent Stohler çalıyordu. Kaliteli ekipmanı ve çok güzel bir gitar tonu vardı.

SWOAN’IN HİKAYESİ 96 SEZONUNUN HİKAYESİ GİBİ…
Büyük uğraşlar sonrası zorla kendimi gruba aldırttım. O dönem tüm müzikleri David yazıyordu. Önce mevcut yazdığı parçaları öğrendim, ardından kendi fikirlerimi sunmaya başladım. David’in hoşuna gitti ve bana bas konusunda yüzde yüz özgürlük tanıdı. İlk gitarist ve davulcumuzdan ayrıldıktan sonra iyi arkadaşım Alex Müller ve Skillings’den eski grup arkadaşım Bernard Widmer’i gruba aldık ve gerçek anlamda “Swoan” grubuna başlamış olduk. Lider benim gözümde hep David idi ama parçaları hep birlikte yazıyorduk ve herkes kendi çaldığı bölümü yazıyordu.
Birbirimizi çok iyi tamamlıyorduk ve çok iyi arkadaştık. Birbirimizi kardeş gibi görüyorduk. Kısa zamanda İsviçre’de gelecek vaat eden bir grup olarak anılmaya başlandık. 5 sene boyunca İsviçre’nin farklı yerlerinde, bir seferinde de Fransa’da başarılı konserler verme imkanı bulduk. Her şey çok iyi giderken ani bir şekilde grup dağıldı. Swoan'ın hikayesi bana biraz bizim 95-96 sezonunun hikayesini anımsatıyor. Her şey mükemmel giderken film birden kopuverdi.
-Swoan grubu ile yaptığınız müzikte istediğiniz neydi?
Swoan ile başarabileceğimize çok inanıyordum. O kadar ki müziğe daha fazla odaklanabilmek için liseyi mezun olmaya bir sene kala terk ettim. 500 tane Trabzonspor 45’liği basılmıştı. Bunların 200’ünü bavula atıp Türkiye’ye geldim. Kadıköy Akmar pasajında Türkiye’nin ünlü Hardcore gurubu Radical Noise elemanlarıyla tanıştım. Hepsi bana çok yardımcı olmuşlardı Swoan’ı Türkiye’de tanıtmam için. Basçıları Serdar Asker hâlâ o gün bugündür Türkiye’den Black Sea Storm projesi için yardımcı olmakta bana.
Swoan ile ilk albüm “In Love” çıktıktan sonra plak şirketimiz bizi Avrupa’ya pazarlamak istiyordu. Deadline Agency diye bir şirket ile çalışmaya başlamıştık turneler için. Turnelere çıkacaktık. Her şey mükemmel bir şekilde ilerlerken, tam ülke dışına açılacakken, David bir gün geldi bana ve Swoan’ı bırakmak istediğini söyledi. Benim de Türklüğüm tuttu ve “Sen kimsin grubu bırakacak! Ben senden önce bıraktım bile grubu” dedim ve Swoan orada bitti.
Acım büyüktü, çok emek vermiştim gruba, çok fedakarlık yapmıştım. Hikaye burada böyle bitemez diye düşünüp, aldım gitarımı sırtıma gittim Güney Kaliforniya’ya.
ABD serüveni her açıdan çok pozitif geçti benim için. Lise ve üniversiteyi bitirme fırsatı yakaladım, yüzlerce konser verme imkânı buldum. Nerdeyse her eyaletinde çalma fırsatı sundu bana ABD. Müzik dışında beni son derece geliştiren işlerde çalışma imkânı da buldum, ufkuma açan insanlar ve gruplar ile tanışma fırsatı yakaladım. Tam bir rüya gibi geçen 11 buçuk sene diyebilirim. Fakat Swoan’da çalan hiçbirimiz aynı ortamı bir daha bulamadık müzik kariyerlerimizde. En iyi arkadaşlarla insanın sevdiği müziği yapması ve ilk günden konser salonlarını dolması, başlı başına bir mucizeydi.
Swoan ile amacımız progresif ve post-modern rock türünde, mümkün olan en iyi müziği üretmek ve bundan geçim sağlayabilmekti. Ben Swoan’a girmeden önce de ABD’ye gitme fikrim vardı. Swoan’a girmem bu projemi erteledi. Swoan’ın son dönemlerinde grubun elemanlarını ikna etmeye çalışıyordum hep birlikte ABD’ye gidelim diye. Grup dağılınca ben tek başıma gittim. 2017’de 1998 Eylül ayında kayıt ettiğimiz 2 parçayı çıkardık. Albümün adı 2/20. Parçaları iki günde kayıt edip, 20 sene sonra çıkardığımız için.
Swoan ne kadar trajik bir şekilde ayrılmış olsa da genç bir rockçı olarak çok şey öğrendim bu grupta. Grup sonrası da her zaman iyi arkadaş kalmayı başardık. Arkadaşlığımız müzikal birlikteliğimizden daha sağlam çıktı. Bu grup sayesinde Mogwai, Deus, Royal Trux, Drugstore, The Godfathers gibi ünlü grupların ön konserlerine çıkma fırsatı buldum.
-Black Sea Storm projesi nasıl gelişti? Bu projeyle müzikal yolculuğunuzu ne şekilde devam ettirmeyi düşünüyorsunuz?
2002 senesinde tek başıma Black Sea Storm projesine başladım. İlk başlarda projenin ismi yoktu. 2006’da blackseastorm.com alan ismini satın aldım ve internet üzerinden kendi yaptığım kayıtları Black Sea Storm adı altında paylaşmaya başladım. 2010 senesinde resmî olarak dijital dağıtıma geçtim. Bu vesileyle albümlerim tüm küresel dijital platformlarda dinlenebilir hale geldiler.
Ağustos 2018’de konargöçer hayata geçmeye karar verdim ve Black Sea Storm ile farklı Latin Amerika ülkelerinde önce sokak müzisyenliği yaptım, sonra da konserler vermeye başladım. 2022’ye yaklaşırken hâlâ bu konargöçer hayata devam etmekteyim ve Black Sea Storm benim şu an aktif olduğum tek rock-müzik projesi. Bu proje ile Arjantin, Uruguay, Şili, Peru, Guatemala ve Meksika’da müzik üretme fırsatı yakaladım.
Black Sea Storm ile daha iyi şartlarda kayıtlar yapıp, Türkçe bilen kitleler önünde konserler vermek istiyorum. Eğer bir gün yerleşik hayata geçersem projeye eşlik edebilecek rock müzisyenler ile çalmak isterim. Türkiye ve Türkçe konuşanların yoğun bir şekilde yaşadıkları yerlerde konserler vermek istiyorum gelecekte.

-Trabzonspor sevginizi müziğinize her dönemde işlediniz. Müzik de marşlarla ve tribün besteleriyle her zaman futbolda var oldu. Futbol ve Rock müzik arasında ortak yönler görüyor musunuz?
Swoan’ın Trabzonspor parçası ile Trabzonspor rock kariyerime girdi ve ondan sonra hep yarı gizli bir motif olarak her müzikal çalışmamda bir şekilde yer aldı. Kulüp ismi üzerinden prim yapmamaya özen göstererek, gönül verdiğim takıma bir saygı duruşu, bir göz kırpma, ve rengimi bu şekilde belli edip aşkımı ilan etmekten ibaret bir durum. “Channing Cope” ile verdiğim tüm konserlerde Trabzonspor atkısı vardı amfimin üzerinde. Bas gitarımın ve amfimin alt hoparlörünün üzerinde Trabzonspor logosu vardı ve bazı konserlere forma ile çıkıyordum.
Trabzonspor beni doğal biçimde mutlu ve motive eden bir unsur. Hiç tükenmeyen bir mutluluk kaynağı diyebilirim. Formayı, armayı, ismi göreyim motive oluyorum. Trabzonspor bu büyüsünden müziğime küçük bir damla kattığımda birden motivasyonum artıyor projelerimi ilerletme anlamında.
Rock-müzik ve futbol arasında çok ortak yan olduğunu düşünüyorum. Birincisi mevki kavramı. Davulcu: kaleci, bas gitar; defans, gitarlar: orta saha, vokalleri ise forvet olarak görmüşümdür hep.
Sonra, iyi bir grup olmak ile iyi bir futbol takımı olma arasında da ortak yönler var. En iyi müzisyenleri bir araya toplayınca her seferinde en iyi gurup ortaya çıkmıyor. Takım olma gibi, grup olma da çok çalışmaktan, birlikte çalmaktan, birbirini tanımaktan, aynı vizyonu paylaşmaktan geçiyor. Futboldaki gibi rock müzikte de hatlar arasındaki bağlantı çok önemli. Davul ve bas, bas ve gitarlar, gitarlar ve vokaller arasındaki uyum bir grubun başarısında belirleyici faktörlerden.
Bu benzerliklere konserleri de ekleyebilirim. ‘Channing Cope’ ile San Diego’da bir cuma akşamı çalmak ile El Paso Texas’ta bir pazartesi akşamı çalmak apayrı deneyimler olmuşlardır benim için geçmişte. Aynı evde ve deplasmanda oynamak gibi.
FUTBOLDA SEYİRCİ NE İSE KONSERDE DİNLEYİCİ ODUR
Seyirci unsurunda da benzerlikler mevcut. Siz kötü çalarsanız seyirci unsuru psikolojik manada sizin performansınızı düşürebilir. İyi çalarsanız, sizi daha yukarlara taşıyıp size daha iyi çalmanızı sağlayabilir. Tıpkı Futboldaki seyircisiz maçlar gibi, benim için en zor konserler çok az sayıda dinleyicinin geldiği konserler olmuştur hep. Konsantrasyonu yakalamak daha zor olabiliyor bu tür durumlarda.
Futbolda nasıl maç ritmini yakalamak önemliyse rock müzikte de konser ritmini yakalamak önemli. Evde çalmak sizi provaya hazırlar, provada çalmak sizi konsere hazırlar, konserler ise sizi uzun turnelere hazırlar. Konser ve turne gibisi yok. İstediğiniz kadar evde ve provada iyi çalın, sahne apayrı bir olay. Bazen televizyondan maç izleyenler, “Ben olsam o golü atardım” derler. Bu cümleyi kuran kişi, dolu bir Avni Aker ya da Akyazı’da, taç çizgisinden santraya kadar düz bir şekilde yürüyemez bile. Rock müzikte benzer bir durum teşkil ediyor. Sahnede çalmak evinizin konforunda çalmaktan çok farklı. Uzun süren bir otobüs yolculuğundan sonra sahneye çıkıp çalmak. Haftalardır yollarda her gece çalmak ister istemez müzisyen olarak sizi konfor alanınızdan çıkarıyor. Aynı futboldaki gibi, konfor alanınızdan çıka çıka daha iyi bir performansçı oluyorsunuz.
-Trabzonspor’un maçlarını izlerken neler hissediyorsun?
Trabzonspor oynarken başka şeyler umurumda olmaz. Ben maçları tek başıma izlemeyi tercih ediyorum. Spiker sinirimi bozan yorumlar yaparsa, ya da başka takımı tuttuğunu biliyorsam bilgisayarın sesini kısarım. Başka insanlar ile maç izlemek genelde beni geriyor. Benimle maçı izleyen kişiler benim kadar fanatik değilseler konsantrasyonum bozuluyor. Eğer maçı benim kadar ciddiye almıyorlarsa, sanki ben açık kalp ameliyatı olurken onlar rakı sofrası keyfi yapıyorlarmış gibime geliyor.
Trabzonspor oynarken gerçekten maça odaklanmak istiyorum. Hocanın verdiği taktiği çözmeye çalışıyorum. Nerede iyiyiz nerede aksıyoruz onları analiz etmeye çalışıyorum. Saha içi, saha dışı ne tür formasyon değişikliklerine gidebiliriz bunları kafamda kurguluyorum. Maç hangi tempoda, niye bu tempoda oynanıyor diye nedenleri anlamaya çalışıyorum.
Maçları yalnız izlememin başka bir nedeni ise, oyuncularımız hakkında maç esnasında negatif konuşulması hiç hoşuma gitmiyor. Her şartta takıma pozitif enerji yollamamız gerekiyor taraftarlar olarak. Maçı dünyanın öbür ucundan izliyor olsak bile.
-Herkesin Trabzonspor ile farklı bir duygu bağı olabiliyor? Sizin de hikayenizle çok farklı bir bağınız var. Trabzonspor, Ali Deniz için ne ifade ediyor?
Trabzonspor’un sadece bir şehri temsil eden bir futbol kulübünden çok daha fazlası olduğu aşikar. Siz 800 bin nüfuslu, kaynakları sınırlı olan bir şehirden, 17 milyonluk bir şehrin üç ultra-zengin futbol kulübünün hegemonyasına son vereceksiniz ve bunu çoğunlukla yerel oyuncular ile çarpık, devamlı size karşı işleyen bir futbol düzeni içeresinde gerçekleştireceksiniz. Avrupa’nın dev kulüplerini en iyi zamanlarında İstanbul dışı bir Türk takımı olarak dize getireceksiniz. Bunlar çok sıra dışı şeyler. Paranın gücüne karşı, yeteneğin, azmin, özverinin, inanmışlığın mücadelesidir Trabzonspor.
Yüksek özgüven ile bütün bunları söylüyorum ama Trabzonspor’u tutmaya başlarken tüm bu faktörleri analiz edip tutmaya başlamadım açıkçası. Benimkisi aşık olmak gibi bir şeydi ama her geçen gün görüyorum ki tam da tutulacak takımı tutmuşum. Bilinçaltım belki de benim sezemediğim bir sürü faktörü sezmiş ve bana doğru yolu göstermiş bundan 27 sene önce.
-Trabzon’a ilk geldiğinde neler yaşadınız? Unutamadığınız anılarınız oldu mu?
2003 senesinde Amerika Birleşik Devletleri’nde yaşarken 6 haftalığına Avrupa’ya gelme imkanım oldu. Bunun 3 haftasını İsviçre’de Swoan grubundan arkadaşım David ile müzik yaparak geçirdim. Geriye kalan 3 haftayı ise Türkiye’de geçirmek istiyordum. İstanbul’a gelir gelmez kafamdaki tek şey ne yapıp edip Trabzon’a gitmekti. Yaz mevsimi olduğundan olsa gerek tüm otobüsler doluydu. Bir otobüs şirketinde sadece arkada motor üstünde bir koltuk kaldığını, sıcak ve gürültülü olduğunu söylediler. Ben hiç önemi olmadığını söyledim ve 18 saat yolculuğun ardından Trabzon’a geldim.
Otogarda müşteri bekleyen bir taksici abinin yanına gittim (Erol abi). Trabzonspor için geldiğimi ve otel aradığımı söyledim. Önce tesislere götürdü beni. Dışarıdan tesislerin girişine bakma fırsatım oldu. Sonra otel aramaya başladık. Çok yüksek bir bütçemin olmadığını söyledim. Beni çok ucuz bir otele bırakmak pek içine sinmedi Erol abinin. Merkezde gayet temiz bir otele makul bir fiyata resepsiyonist arkadaşının aracılığıyla bir oda ayarladı bana. Erol abi telefonunu bıraktı, ne zaman istersem arayabileceğimi söyledi. Otel odasına yerleştim. Benim saçlar uzun ve transfer dönemi de olduğundan, otel çalışanları bana futbolcu olup olmadığımı soruyorlardı.
AVNİ AKER’DE KALBİM DURACAKTI…
İlk iş, merkezdeki mağazaya gitmek oldu. Müzeyi görmek istiyordum ama müze tadilattaydı. Bir kaç forma aldım. Mağazadaki sorumlu Özkan abi bana kartını verdi. Dedi git Avni Aker’e, kartımı göster seni stada sokarlar. Ben stadın yolunu tuttum. Yolda giderken herhalde beni tribün kısmına alırlar diye düşünüyordum. Stada geldim gösterdim kartı, içeri aldılar beni. Bir anda kendimi soyunma odalarının önünde ve sahanın içerisinde buluverdim. İşte o an kalbim duracak gibi oldu. Onca sene televizyondan izlediğim stadın içerisindeydim hem de sahada. Yere eğildim, çimleri öptüm ve sahayı turlamaya başladım. Mutluluktan uçuyordum. Rüyada olmak gibi bir şeydi benim için.
Bir süre yanıma sonra o esnada orada bulunan taraftar grubu Çılgınlar geldi ve bana hangi takımı tutuğumu sordular. Durumu anlattım. Guru Osman ile tanıştım. Yedek kulübesinde fotoğraflar çektirdik beraber. 95-96 sezonunu konuştuk. Benden iki gün önce Yattara transfer edilmişti. Guru Osman çok yetenekli olduğunu söyledi. Bana adreslerini verdiler, ben de ABD’ye dönünce çektiğim fotoğrafları yollayacağımı söyledim Çılgınlara.
Şehirde biraz dolandım turistik yerlere gittim. İki gün sonra İstanbul’a dönme vakti gelince Erol abiyi aradım, beni otelden otogara bıraktı. Taksi ücretini ödemek istediğimde para almak istemedi benden. “Biz Trabzon’dan öyle bir değer çıkarmışız ki, seni ta oralardan bize getirmiş. Beni Trabzonlu olmaktan gururlandırdın” dedi.
ABD’ye dönmeden önce İsviçre’ye uğradım tekrar. Swoan’dan David ile kayıt ettiğimiz parçaların miks ve masteringini yapacaktık. Miks sırasında parçaların bir tanesine (Swimming in Cold Water) Guru Osman ve Çılgınların ses kayıtlarını ekledik şarkının üzerine. Ben bu durumdan biraz rahatsızdım çünkü Çılgınlardan izin almamıştım seslerini kullanmak için ve sadece bir posta adresi vardı elimde. E-posta yolladım fakat cevap alamadım.
Plaklar basıldı, Çılgınlardan haber yok plakta yer aldıklarından haberleri yok. O yüzden o albümün dijital versiyonunu çıkarmak istemedim bugüne kadar. İnternete düşerse belki Çılgınlar rahatsız olur diye düşündüm. Bir müzik projesinde daha Trabzonspor motifini işlemiş olduk. Fiziki plağın üzerinde kredilerde Çılgınlar’ın ismi var.
-Tribünden izlediğiniz Trabzonspor maçları hangileriydi? En unutamadığın ve farklı bir hikayesi olan hangi maça tanıklık ettin? Sizde bıraktığı izleri dinleyebilir miyiz?
Trabzonspor’u canlı izleme fırsatını çok geç yakaladım hayatta. Tribünden izlediğim maçlar Inter, Juventus, Lokeren, Lazio ve Napoli maçları. En unutamadığım Inter maçıydı. 14 Eylül 2011. Yazdan kalma güneşli bir gün vardı Milano’da. Şehirde baya tezahürat yaptık tüm gün. Bir kahvenin terasında Serdar Bali’yi gördüm. Stada giriş çok rahattı. Maçtan çok keyif almıştım. Maç sonrası ayrı bir keyifti. Hayatımın en güzel günü olabilir belki de. Celustka golü attıktan sonra parmağı ile tribünleri gösteriyor ya işte biz o gösterdiği yerdeydik. Hayatım boyunca asla unutamayacağım bir gün.
En zor ve biraz da hırpalandığım deplasman Napoli deplasmanıydı. Stada gelişimiz 1 saatin üzerinde sürdü. Saldırıya uğramayalım diye çok uzun bir yoldan dağdan tepeden getirdiler bizi.
Lazio deplasmanına da büyük önlemler içeresinde götürüldük. Hiç bir kırmızı ışıkta durmadan motosiklet, helikopter otobüsler dolusu polis eskortu altında. O maçta yüz yüze bir Lazio taraftarı ile karşılaşmadım. Juventus maç öncesi Inter maç öncesi gibi çok rahattı. Dışarıda rakip taraftarlar ile beraberdik. Maç esnasında yan tribünden bir sürü taraftar atkı değiş tokuşu yaptı. Ben yapmadım. Trabzonspor atkımı Juventus atkısına değişmem!
Hikaye olarak en ilginci belki de Lokeren deplasmanıydı. Bilet bulamamıştım ve Türk isimli insanlara bilet satmıyorlardı maç günü. Hangi ülkenin pasaportunu taşırsanız taşıyın. Brüksel, Avrupa Birliği’nin başkenti ve kendi vatandaşlarına bile ayrımcılık yapılması çok ilginç gelmişti bana. Bütün gün bilet aradım. Bulmak imkansıza yakındı. En son maçın başlamasına az bir süre kala 230 Avroya karaborsadan bir bilet buldum. Kime bilete kaç para verdiğimi söylesem, geçmiş olsun dercesine sırtımı sıvazlıyorlardı. Bilet sayesinde tüm polis barajlarını geçtim. Formayı atkıyı iyice sakladım ceketimin içine. Neyse ki kapıda Fransızca konuşunca ne kimlik sordular ne de üstümü aradılar. Trabzonspor gol atınca tribün ayağa kalktı paltoları çıkardılar. Çoğu meğerse gizli Trabzonspor taraftarıymış. İkinci yarıyı onlarla izledim.
-Eski dönemlerde internet olmayışı sebebiyle yurt dışından Trabzonspor’u takip etmek zor olsa gerek. Bunla ilgili bir hikayeniz var mı?
ABD’de 11 buçuk sene geçirdim ve orada yaşarken Trabzonspor çok önemli bir rol oynadı hayatımda. Türkiye ile bağımı sağlam tutan bir unsur oldu benim için. Trabzonspor sevdam daha da güçlendi Amerika’da yaşarken.
ABD’ye ilk gittiğim dönemlerde daha henüz internet yayını yoktu, Türk futbolu izleyemiyordum. 2000 senesinin haziran ayında Euro 2000 başladı. Ben de Milli formayı giyip bir Amerikan spor bara gittim Milli maçları izlemek için. Üzerimdeki Milli forma sayesinde orada Ankaralı Doğa Gür isminde bir Türk ile tanıştım. Kendisi spora çok meraklı, Kaliforniya Üniversitesi’nde spor istatistikçisi olarak çalıştığını öğrendim. Ayrı takımları tutmamıza rağmen aynı tutku ile takip ediyorduk takımlarımızı. Kısa sürede çok iyi arkadaş olduk. Benim de önerimle Doğa evinin çatısına Türk çanak anteni yerleştirdi ve Türkiye liglerini birlikte izlemeye başladık.
Türkiye’de öğleden sonra maçları oynadığımızda Kaliforniya’da saat sabahın 3’ü 4ü oluyordu. Maçları izlemek için o saatlerde kalkıp, 20 dakika otoyolda araba sürüyordum Doğa’nın evine kadar. Doğa kendi takımının maçı olmamasına rağmen sırf ben Trabzonspor maçlarını izleyebileyim diye o saatlerde yataktan kalkıp evini açıyordu bana. Bir keresinde Doğa tatile gitti, sırf ben maç kaçırmayım diye evinin anahtarlarını bana bırakmıştı. Internet yayınları başlayana kadar maçları Doğa’nın evinde izledim. Doğa’nın bu iyiliğini hiç bir zaman unutamam.
-Trabzonspor’la en üzüldüğünüz an ve en sevindiğiniz an hangisiydi?
En unutamadığım ve en sevindiğim Inter maçıydı. Buna Urfa’daki kupa finalini de katabilirim. En unutamadığım ve en üzüldüğüm 95-96 sezonundaki malum maç ve 3 Temmuz 2011 haberini öğrenmek. O zamanlar ABD’den daha yeni geri dönmüştüm İsviçre’ye. Lozan kentinde bir şirkette çalışıyordum. Penceremden Leman gölü ve Alp dağları görünüyordu. Ofiste kimse yoktu. Stressiz bir gündü. 3 Temmuz Pazar günüydü galiba, muhtemelen 4 Temmuz Pazartesi’ydi ben haberi ofiste öğrendiğimde, birden kalbim sıkıştı dilim tutuldu. Hiç böyle hissetmemiştim kendimi daha önce. Tüm sezonu takip etmiştim. Hâlâ ABD’de yaşarken bir ara Kenseth Thibideau ile turnedeydik. Ben de akıllı telefon yoktu o zaman. Texas’ta çölün ortasında San Diego’da futbol ile uzaktan yakından ilgisi olmayan insanlara Trabzonspor maç skorlarını soruyordum SMS ile. Hala 2010 – 2011 sezonu sonu içimde bir yaradır. UEFA binası önünde protestoya da katılmışlığım var bu konu yüzünden.
- Futbol tutkusu Trabzon gibi yüksek Güney Amerika ülkeleri Arjantin ve Meksika’da yaşadın. Buralarda tutkusu ve duruşuyla Trabzonspor’a benzettiğin bir kulüp oldu mu?
Bu sorunun hakkını verebilecek kadar Latin Amerika futbolu bilgi derinliğine sahip olmadığımı düşünüyorum. Ama Guadalajara Chivas hep ilgimi çekmiştir. Çünkü sadece Meksika doğumlu oyuncuları kadrosunda bulunduruyor. Hep temenni etmişimdir bir gün Türkiye’de tüzüğünü bu şekilde düzenleyen bir kulüp çıksın diye.
Trabzonspor hiç bir resmî kısıtlama uygulamadan doğal bir şekilde eski günlerdeki gibi, buna yaklaşsın isterim. Bazen sahada 5 Trabzonlu oyuncu ile oynuyoruz. Neden bir gün ilk şampiyonlukların yaşandığı dönemler gibi tüm takım Trabzon orijinli olmasın? Alt yapıdan çıkan oyuncular büyük heyecan kaynağı benim için. İnşallah alt yapı üretimi büyüyerek devam eder ve Dünya’nın en büyük liglerine bol sayıda Trabzonlu oyuncu yollarız.
-Eski dönemlerden çok beğendiğiniz ve şu anda ki kadrodan biriyle kıyasladığınız bir oyuncu var mı?
Prensip olarak futbolcu kıyaslaması yapmayı pek sevmiyorum. Benim için önemli olan futbolcunun Trabzonspor’a ne verdiği. Ben bordo mavi formayı giyen tüm oyuncuları desteklerim. Yeter ki takım için bir şeyler üretsinler. Geçmiş dönemlerden en favori oyuncum Fatih Tekke’dir.
95-96 sezonunun kadrosunun da ayrı bir yeri vardır benim için. O sayıda yetenekli Türk oyuncuyu bir araya getirmek büyük bir başarı. O dönem yabancı oyuncular bile bizdendi.
- Bu tutkunuzla Trabzonspor şampiyon olursa en çok sevineceklerden birisi siz olacaksınız. Şampiyonluk gerçekleşirse Trabzon’a kutlamalara gelir misiniz?
Takım şu sıralar o kadar iyi gidiyor ki ben hesapları yapmaya başladım bile. Hangi haftaya şampiyonluk denk gelir? Şampiyonluk maçını içeride mi dışarıda mı oynarız?
Muhtemel bir şampiyonluk maçına çıkacak olursak benim kaç gün önceden Trabzon’a gelip yerimi garantiye almam gerekir? Kutlamalar kaç gün sürer? Diyelim ki ilk şampiyonluk maçında şampiyonluğu bir hafta sonraya taşıdık, bir sonraki haftaya nasıl tüm organizasyonumu taşıyabilirim? Tüm bunları yavaştan kafamda düşünmeye başladım. Çünkü şampiyon olduğumuzda Rio Karnavalı’nın en az 10 katı bir coşku ortaya çıkacak şehirde. Bunu asla kaçırmak istemem.
-Trabzonspor’la bireysel olarak gerçekleştirmeyi çok istediğiniz, “şunu yapmak istiyorum” dediğininiz bir hayaliniz var mı?
Öncelikle bu röportajı vermek kişisel hayallerimin ötesinde bir durum oldu benim için. Dergi demek kulübün hafızası demek. Bu hafızada bir şekilde yer almak büyük bir onur. Her taraftara nasip olmaz. 2003’te Türkiye’ye geldiğimde derginin ilk sayıları çıkmıştı o zaman, ben de almıştım. Sonra ABD’de yaşarken kulüp ürünleri için kargo bedavaydı. Bir gün kulüpten bir abi arayıp beni dergiye uygun bir fiyata abone etmişti. Bir süre o şekilde okudum dergiyi. Şimdi ise 5 ay geriden siteden okuyorum. Tarih kısmı çok hoşuma gidiyor derginin. Hayallerim gerçek oldu Trabzonspor’un, şampiyon olduğu gece Trabzon’da Meydan’daydım. Şampıyonlugumuzu ilan ettiğimiz Antalyaspor maçını izlediğim koltuğun kombinesi aldım. Maç sonunda oldukça duygulandım. Gözlerimden yaşlar aktı. Avrupa kupasında Kızılyıldızı 2-1’i yendiğimiz maçı da izledim. Çok mutlu oldum’’
her tınıda Trabzonspor
Ankara’dan 9 yaşında ailesiyle İsviçre’ye göç eden Ali Deniz Özkan, çocukluğunda heveslisi olduğu rock müziğe burada adım attı. Müziği ile birlikte sevdalandığı Trabzonspor ise hayattaki en büyük tutkusu oldu. 1996’da İsviçreli rock grubu Swoan ile çıkardığı bir parçanın adını da Trabzonspor koyan Özkan, daha sonra müzik yaşamına ABD ve Latin Amerika ülkelerinde devam etti. Müziğinde her dönem Trabzonspor’u bir motif olarak kullanan Özkan, 19 yıldır ‘Karadeniz Fırtınası’ anlamına gelen Black Sea Storm projesiyle konar-göçer olarak hayatına ve müziğine farklı ülkelerde devam ediyor. Özkan Sümer’in deyişiyle “Trabzonspor ona hayat verenlerin hayatıdır” sözünün tam da yansıması olan Ali Deniz Özkan ile müthiş bir tutkuyu anlatan röportaj gerçekleştirdik
FATİH SAYGIN)

-Türkiye’den erken yaşlarda çıkıp önce Avrupa sonra da Amerika ve Latin Amerika’da yaşam sürdünüz. Yaşam hikayenizi öğrenebilir miyiz?
1975 Ankara doğumluyum, 1984’te ailem ile birlikte İsviçre’ye göçtüm. Çocukluk yıllarımda rock müziğe ilgi duydum. 1991’de ortaokul arkadaşlarımla ilk rock grubumu kurdum. 1994’te Swoan grubu ile çalmaya başladım. 1996’da Trabzonspor adlı 45’lik, 1998’de ise “In Love” adlı bir albüm çıkardık bu grupla.
1999’un eylül ayında ABD’ye göçtüm. 2001 senesinde Kaliforniya eyaletinin San Diego şehrinde de “Bosom of the Urgent West” adlı bir grupta çalmaya başladım. 2002 senesinde “Channing Cope” grubunu kurduk. 3 albüm çıkardık, 200’den fazla konser verdik 10’a yakın da turne yaptık.
Buna ek olarak 2002 senesinde, tek başıma “Black Sea Storm” projesine başladım. 2011 Mart ayında İsviçre’ye geri dönme kararı aldım. “Black Sea Storm” ile İsviçre’de iki albüm çıkardım.
2017’nin ocak ayı Arjantin’e göçtüm. Burada kendime yarı-portatif bir stüdyo kurup tekli albümler çıkarmaya başladım. Arjantin’de bir buçuk sene kaldıktan sonra Ağustos 2018’de konargöçer hayata geçmeye karar verdim ve “Black Sea Storm” ile farklı Latin Amerika ülkelerinde önce sokak müzisyenliği yaptım, sonra da konserler vermeye başladım. 2022’ye girerken hâlâ bu konargöçer hayata devam etmekteyim ve “Black Sea Storm” benim şu an aktif olduğum tek rock-müzik projesi. Bu proje ile Arjantin, Uruguay, Şili, Peru, Guatemala ve Meksika’da müzik üretme fırsatı yakaladım.
-Ankaralı biri olarak Ali Deniz’i Trabzonspor’la tanıştıran ne oldu. Sizi Trabzonspor’a bağlayan şeyler nelerdi?
Hayatımda ilk Trabzonspor ile tanışmam 80’li yıllarda Ankara Yenimahalle’deki dedemin evinde oldu. Kuzenim o dönemde dedemlerde yaşıyordu ve koyu bir Trabzonspor’luydu. Bir gün odasına girdim, duvarda takımın o zamanki gazetelerin dağıttığı posteri gördüm. Posterin üst kısmına düğün çelenkleri için kullanılan altın renkli puntolar ile kuzenimin Trabzonspor yazma çabasına şahit oldum. Anlaşılan çiçekçide Trabzonspor’un “Z” harfini bulamamış ikinci bir “N” harfini yan yatırıp “Z” harfine dönüştürmüştü. Bu Trabzonspor ile ilk tanışmam oldu, ama beni Trabzonspor’lu yapmaya vesile olmadı bu olay. Sadece çocuk yaşta bilinçaltıma bir şeyler yerleştirdiğini düşünüyorum.
Ben Trabzonlu değilim, doğuştan Trabzonsporlu da değilim. Bir sürecin sonunda gerçek anlamda Trabzonspor’lu oldum. Bu sürecin ilk etabı 90’larda Avrupa’da yaşayan Türklerin uydu yayınlarıyla tanışması oldu. O zamana kadar benim için Türk futbolu oldukça soyut bir kavramdı. O dönemlerde “Swoan” grubunda bas gitar çalıyordum. Uydu yayınları hayatımıza girdikten sonra maçları izlemeye başladık ve Trabzonspor beni büyülüyordu. Sadece oynadığı futbol ile değil, renkleri, ‘psychedelic’ olarak algılanabilecek 70’ler stilindeki arması, geçmiş kadrolardaki rockçı imajlı futbolcuları ve kulübün ismi. Tıpkı sahadaki 11 oyuncu gibi, 11 harften oluşan tek bir kelime: “Trabzonspor”. Bu isim bana çok güçlü gelmişti. Ne zaman kelimeyi yazılı olarak görsem beni havaya sokuyordu.
Grubun kurucusu ve lideri David Mamie ile parçalar için orijinal ve güçlü isimler arıyorduk.
Şarkı ismi fikirlerimi bir liste haline getirip David’e sundum. İçinde Trabzonspor da vardı. Swoan ile bir provamızdan önce David yanıma geldi ve “Senin şu şarkı ismi listesi var ya, sanırım Trabzonspor kelimesini şarkı ismi olarak kullanabiliriz” dedi.

TRABZONSPOR FORMASIYLA KONSERLER VERDİK
Trabzonspor şarkı ismi o dönemki en güçlü parçamıza denk geldi. Hele canlı konserlerde dinleyicilerden çok iyi geri dönüş alıyorduk. Herkes bize parçanın adını soruyordu, biz de Trabzonspor diyorduk. Bazı kişiler futbol kulübünü tanıyorlardı bazıları ise parçanın sayesinde ilk kez kulübün ismini duymuş oluyorlardı.
Fransa’da bir banliyö muhitinde verdiğimiz konserde gitaristimiz Alex Müller, Trabzonspor forması giymişti. Konserden önce bir şeyler almaya dışarı çıkmış, mahallede yürürken üzerinde forma ile camdan pencereden millet ona “Trabzon! Trabzon!” diye sesleniyormuş. Baya şaşırmıştı.
Bir süre sonra Noise Product adlı bir plak şirketi elemanları Cenevre’deki bir konserimize geldiler. Konserden sonra bize 45’lik çıkartma teklifinde bulundular. Konserlerimize gelen çoğu insan gibi onlarda Trabzonspor parçasını çok beğenmişlerdi. Parçayı gidip stüdyoda kayıt ettik ve çıkacak 45’liğin A yüzüne koymaya karar verdik.
Tesadüfen, plağın çıkış konserinden bir hafta önce, bizim plak şirketi sahipleri iki günlüğüne İstanbul’a gitmişlerdi. Kapalıçarşı’da replika Trabzonspor formaları görünce onlardan bir kaç tane alıp bize Cenevre’ye getirmişlerdi. Biz de o formaları Trabzonspor plak çıkışı konserinde giymiştik.
45’lik çıkınca Trabzonspor parçasına ilgi giderek artmaya başladı. Bir yandan 95-96 sezonunu takip ediyordum bir yandan bu parça ile birlikte grubum büyüyordu. Tüm bu rüya gibi geçen süreç beni Trabzonsporlu yaptı diyebilirim. 95-96 sezonu sonu kaçırdığımız şampiyonlukta beni çok derinden yaralamıştı, ama aynı zamanda beni tam anlamda Trabzonsporlu yaptığını düşünüyorum. O malum maçtan sonra, ‘bu iş daha burada bitmedi’ diye hırslanıp daha da sıkı sarıldım Trabzonspor’a.
-Müzik hayatınız Swoan ve öncesinde nasıl gelişti?
Müziğe ilgim çocukken 70’ler sonu Ankara’da başlamıştı. Babam müzik dinlemeye çok meraklıydı. Onun sayesinde Led Zeppelin, Pink Floyd gibi guruplar ile çok erken yaşta tanışma fırsatı buldum. Aynı zamanda klasik müzik de dinlenirdi evde. Bunun kulağımı erken yaşta geliştirdiğini düşünüyorum. O dönemler beni en çok büyüleyen oluşumlar sonradan Türk Psychedelic, Anadolu Rock diye adlandırılan müzik türüne ait oluşumlardı. Kurtalan Ekspres ve Barış Manço hayranıydım. O zaman daha henüz enstrümanım yoktu ama evin salonunda kanepeleri sahne olarak kullanıp hava gitarı çalıp, Barış Manço söylerdim. Kendimi o kadar kaptırmıştım ki olaya, eve gelen misafirlere evin antresinde konser bileti kesip onlara arkada çalan plak eşliğinde konserler verirdim. Bana Ali Manço diye isim takanlar bile olmuştu o zamanlar.
Bir gün Kurtalan Ekspres ve Barış Manço, Ankara Arı Sinemasında konser verdiler. Annem beni o konsere götürmüştü. Şarkıların sırası aynı albümdeki sıraydı. Parçalar başlamadan hangi parçayı çalacaklarını biliyordum ezbere. O konsere kendi çapımda, ayakta, bağıra bağıra, hava gitarımı çala çala baştan sona eşlik ettiğimi hatırlıyorum.
İsviçre’ye taşındığımızda ailem beni piyano dersine yazdırmıştı ama kanım hiç ısınmamıştı. Gerçek anlamda ilk rock enstrüman ile tanışmam 1990 senesinde annemle yaptığımız bir ziyarette gerçekleşmişti. Annem bir Türk gününe beni yanında götürmüştü. Evde dolaşırken karşıma kırmızı renk bir elektrikli “Ibanez” gitar ve küçük bir “Fender” amfi çıktı. Ev sahibi Meral hanım, istersem gitarı ve amfiyi ödünç alabileceğimi söyledi bana. Rock kariyerime ilk adımımı bu şekilde atmış oldum.
Üç akort çalmasını öğrenir öğrenmez orta okul arkadaşlarımla ilk gurubumu kurdum. Daha sonra lise grubuna dönüştü. Lise grubu dağıldıktan sonra ‘Skillings’ adlı bir grupta gitarist olarak çaldım. Grubun davulcusu seneler sonra Swoan’ın ikinci davulcusu olacak Bernard Widmer’di. Skillings dağıldıktan sonra, grup bulmakta baya zorlanıyordum gitarist olarak. Cenevre rock sahnesini iyi tanıyan, annemin Victor adlı bir arkadaşı, bana bas çalmamı tavsiye etti. Bas çalarsam daha rahat grup bulabileceğimi söyledi bana.
Beraber çaldığımız süre içerisinde, Skillings grubunun basçısı Alex Perez ve davulcusu Bernard Widmer beni baya etkilemişleridir. Onlar sayesinde bas davul ilişkisini daha iyi kavrama fırsatı bulmuştum. Skillings sonrası ben de basçı olmaya karar verdim. Alex Perez’in Christian Kleiner adlı bir hocası vardı. Los Angeles BIT mezunu. Ondan bas dersleri almaya başladım. Müzikal anlamda pek ilgimi çekmeyen ama beni basçı olarak geliştiren yeni kurulan bir grupta çaldım bir kaç ay. Ta ki bir gün, bir müzik dükkanında Swoan grubunun basçı aradığı ilanı görene kadar.
Denemeye gittim. Grup çok hoşuma gitmişti. Önce beni gruba almak istemediler. Ben ise bu gruba girersem yırtar gideriz diye düşünmüştüm. David’in gitar çalışı, ses tonu, görünüşü tam bir indie/grunge-rock yıldızını anımsatıyordu, o zamanki davulcu Bertand Blessing İsviçre askeri trampet şampiyonuydu. Elleri bir rock davulcusu için fazla iyiydi. İkinci gitarları ise Vincent Stohler çalıyordu. Kaliteli ekipmanı ve çok güzel bir gitar tonu vardı.

SWOAN’IN HİKAYESİ 96 SEZONUNUN HİKAYESİ GİBİ…
Büyük uğraşlar sonrası zorla kendimi gruba aldırttım. O dönem tüm müzikleri David yazıyordu. Önce mevcut yazdığı parçaları öğrendim, ardından kendi fikirlerimi sunmaya başladım. David’in hoşuna gitti ve bana bas konusunda yüzde yüz özgürlük tanıdı. İlk gitarist ve davulcumuzdan ayrıldıktan sonra iyi arkadaşım Alex Müller ve Skillings’den eski grup arkadaşım Bernard Widmer’i gruba aldık ve gerçek anlamda “Swoan” grubuna başlamış olduk. Lider benim gözümde hep David idi ama parçaları hep birlikte yazıyorduk ve herkes kendi çaldığı bölümü yazıyordu.
Birbirimizi çok iyi tamamlıyorduk ve çok iyi arkadaştık. Birbirimizi kardeş gibi görüyorduk. Kısa zamanda İsviçre’de gelecek vaat eden bir grup olarak anılmaya başlandık. 5 sene boyunca İsviçre’nin farklı yerlerinde, bir seferinde de Fransa’da başarılı konserler verme imkanı bulduk. Her şey çok iyi giderken ani bir şekilde grup dağıldı. Swoan'ın hikayesi bana biraz bizim 95-96 sezonunun hikayesini anımsatıyor. Her şey mükemmel giderken film birden kopuverdi.
-Swoan grubu ile yaptığınız müzikte istediğiniz neydi?
Swoan ile başarabileceğimize çok inanıyordum. O kadar ki müziğe daha fazla odaklanabilmek için liseyi mezun olmaya bir sene kala terk ettim. 500 tane Trabzonspor 45’liği basılmıştı. Bunların 200’ünü bavula atıp Türkiye’ye geldim. Kadıköy Akmar pasajında Türkiye’nin ünlü Hardcore gurubu Radical Noise elemanlarıyla tanıştım. Hepsi bana çok yardımcı olmuşlardı Swoan’ı Türkiye’de tanıtmam için. Basçıları Serdar Asker hâlâ o gün bugündür Türkiye’den Black Sea Storm projesi için yardımcı olmakta bana.
Swoan ile ilk albüm “In Love” çıktıktan sonra plak şirketimiz bizi Avrupa’ya pazarlamak istiyordu. Deadline Agency diye bir şirket ile çalışmaya başlamıştık turneler için. Turnelere çıkacaktık. Her şey mükemmel bir şekilde ilerlerken, tam ülke dışına açılacakken, David bir gün geldi bana ve Swoan’ı bırakmak istediğini söyledi. Benim de Türklüğüm tuttu ve “Sen kimsin grubu bırakacak! Ben senden önce bıraktım bile grubu” dedim ve Swoan orada bitti.
Acım büyüktü, çok emek vermiştim gruba, çok fedakarlık yapmıştım. Hikaye burada böyle bitemez diye düşünüp, aldım gitarımı sırtıma gittim Güney Kaliforniya’ya.
ABD serüveni her açıdan çok pozitif geçti benim için. Lise ve üniversiteyi bitirme fırsatı yakaladım, yüzlerce konser verme imkânı buldum. Nerdeyse her eyaletinde çalma fırsatı sundu bana ABD. Müzik dışında beni son derece geliştiren işlerde çalışma imkânı da buldum, ufkuma açan insanlar ve gruplar ile tanışma fırsatı yakaladım. Tam bir rüya gibi geçen 11 buçuk sene diyebilirim. Fakat Swoan’da çalan hiçbirimiz aynı ortamı bir daha bulamadık müzik kariyerlerimizde. En iyi arkadaşlarla insanın sevdiği müziği yapması ve ilk günden konser salonlarını dolması, başlı başına bir mucizeydi.
Swoan ile amacımız progresif ve post-modern rock türünde, mümkün olan en iyi müziği üretmek ve bundan geçim sağlayabilmekti. Ben Swoan’a girmeden önce de ABD’ye gitme fikrim vardı. Swoan’a girmem bu projemi erteledi. Swoan’ın son dönemlerinde grubun elemanlarını ikna etmeye çalışıyordum hep birlikte ABD’ye gidelim diye. Grup dağılınca ben tek başıma gittim. 2017’de 1998 Eylül ayında kayıt ettiğimiz 2 parçayı çıkardık. Albümün adı 2/20. Parçaları iki günde kayıt edip, 20 sene sonra çıkardığımız için.
Swoan ne kadar trajik bir şekilde ayrılmış olsa da genç bir rockçı olarak çok şey öğrendim bu grupta. Grup sonrası da her zaman iyi arkadaş kalmayı başardık. Arkadaşlığımız müzikal birlikteliğimizden daha sağlam çıktı. Bu grup sayesinde Mogwai, Deus, Royal Trux, Drugstore, The Godfathers gibi ünlü grupların ön konserlerine çıkma fırsatı buldum.
-Black Sea Storm projesi nasıl gelişti? Bu projeyle müzikal yolculuğunuzu ne şekilde devam ettirmeyi düşünüyorsunuz?
2002 senesinde tek başıma Black Sea Storm projesine başladım. İlk başlarda projenin ismi yoktu. 2006’da blackseastorm.com alan ismini satın aldım ve internet üzerinden kendi yaptığım kayıtları Black Sea Storm adı altında paylaşmaya başladım. 2010 senesinde resmî olarak dijital dağıtıma geçtim. Bu vesileyle albümlerim tüm küresel dijital platformlarda dinlenebilir hale geldiler.
Ağustos 2018’de konargöçer hayata geçmeye karar verdim ve Black Sea Storm ile farklı Latin Amerika ülkelerinde önce sokak müzisyenliği yaptım, sonra da konserler vermeye başladım. 2022’ye yaklaşırken hâlâ bu konargöçer hayata devam etmekteyim ve Black Sea Storm benim şu an aktif olduğum tek rock-müzik projesi. Bu proje ile Arjantin, Uruguay, Şili, Peru, Guatemala ve Meksika’da müzik üretme fırsatı yakaladım.
Black Sea Storm ile daha iyi şartlarda kayıtlar yapıp, Türkçe bilen kitleler önünde konserler vermek istiyorum. Eğer bir gün yerleşik hayata geçersem projeye eşlik edebilecek rock müzisyenler ile çalmak isterim. Türkiye ve Türkçe konuşanların yoğun bir şekilde yaşadıkları yerlerde konserler vermek istiyorum gelecekte.

-Trabzonspor sevginizi müziğinize her dönemde işlediniz. Müzik de marşlarla ve tribün besteleriyle her zaman futbolda var oldu. Futbol ve Rock müzik arasında ortak yönler görüyor musunuz?
Swoan’ın Trabzonspor parçası ile Trabzonspor rock kariyerime girdi ve ondan sonra hep yarı gizli bir motif olarak her müzikal çalışmamda bir şekilde yer aldı. Kulüp ismi üzerinden prim yapmamaya özen göstererek, gönül verdiğim takıma bir saygı duruşu, bir göz kırpma, ve rengimi bu şekilde belli edip aşkımı ilan etmekten ibaret bir durum. “Channing Cope” ile verdiğim tüm konserlerde Trabzonspor atkısı vardı amfimin üzerinde. Bas gitarımın ve amfimin alt hoparlörünün üzerinde Trabzonspor logosu vardı ve bazı konserlere forma ile çıkıyordum.
Trabzonspor beni doğal biçimde mutlu ve motive eden bir unsur. Hiç tükenmeyen bir mutluluk kaynağı diyebilirim. Formayı, armayı, ismi göreyim motive oluyorum. Trabzonspor bu büyüsünden müziğime küçük bir damla kattığımda birden motivasyonum artıyor projelerimi ilerletme anlamında.
Rock-müzik ve futbol arasında çok ortak yan olduğunu düşünüyorum. Birincisi mevki kavramı. Davulcu: kaleci, bas gitar; defans, gitarlar: orta saha, vokalleri ise forvet olarak görmüşümdür hep.
Sonra, iyi bir grup olmak ile iyi bir futbol takımı olma arasında da ortak yönler var. En iyi müzisyenleri bir araya toplayınca her seferinde en iyi gurup ortaya çıkmıyor. Takım olma gibi, grup olma da çok çalışmaktan, birlikte çalmaktan, birbirini tanımaktan, aynı vizyonu paylaşmaktan geçiyor. Futboldaki gibi rock müzikte de hatlar arasındaki bağlantı çok önemli. Davul ve bas, bas ve gitarlar, gitarlar ve vokaller arasındaki uyum bir grubun başarısında belirleyici faktörlerden.
Bu benzerliklere konserleri de ekleyebilirim. ‘Channing Cope’ ile San Diego’da bir cuma akşamı çalmak ile El Paso Texas’ta bir pazartesi akşamı çalmak apayrı deneyimler olmuşlardır benim için geçmişte. Aynı evde ve deplasmanda oynamak gibi.
FUTBOLDA SEYİRCİ NE İSE KONSERDE DİNLEYİCİ ODUR
Seyirci unsurunda da benzerlikler mevcut. Siz kötü çalarsanız seyirci unsuru psikolojik manada sizin performansınızı düşürebilir. İyi çalarsanız, sizi daha yukarlara taşıyıp size daha iyi çalmanızı sağlayabilir. Tıpkı Futboldaki seyircisiz maçlar gibi, benim için en zor konserler çok az sayıda dinleyicinin geldiği konserler olmuştur hep. Konsantrasyonu yakalamak daha zor olabiliyor bu tür durumlarda.
Futbolda nasıl maç ritmini yakalamak önemliyse rock müzikte de konser ritmini yakalamak önemli. Evde çalmak sizi provaya hazırlar, provada çalmak sizi konsere hazırlar, konserler ise sizi uzun turnelere hazırlar. Konser ve turne gibisi yok. İstediğiniz kadar evde ve provada iyi çalın, sahne apayrı bir olay. Bazen televizyondan maç izleyenler, “Ben olsam o golü atardım” derler. Bu cümleyi kuran kişi, dolu bir Avni Aker ya da Akyazı’da, taç çizgisinden santraya kadar düz bir şekilde yürüyemez bile. Rock müzikte benzer bir durum teşkil ediyor. Sahnede çalmak evinizin konforunda çalmaktan çok farklı. Uzun süren bir otobüs yolculuğundan sonra sahneye çıkıp çalmak. Haftalardır yollarda her gece çalmak ister istemez müzisyen olarak sizi konfor alanınızdan çıkarıyor. Aynı futboldaki gibi, konfor alanınızdan çıka çıka daha iyi bir performansçı oluyorsunuz.
-Trabzonspor’un maçlarını izlerken neler hissediyorsun?
Trabzonspor oynarken başka şeyler umurumda olmaz. Ben maçları tek başıma izlemeyi tercih ediyorum. Spiker sinirimi bozan yorumlar yaparsa, ya da başka takımı tuttuğunu biliyorsam bilgisayarın sesini kısarım. Başka insanlar ile maç izlemek genelde beni geriyor. Benimle maçı izleyen kişiler benim kadar fanatik değilseler konsantrasyonum bozuluyor. Eğer maçı benim kadar ciddiye almıyorlarsa, sanki ben açık kalp ameliyatı olurken onlar rakı sofrası keyfi yapıyorlarmış gibime geliyor.
Trabzonspor oynarken gerçekten maça odaklanmak istiyorum. Hocanın verdiği taktiği çözmeye çalışıyorum. Nerede iyiyiz nerede aksıyoruz onları analiz etmeye çalışıyorum. Saha içi, saha dışı ne tür formasyon değişikliklerine gidebiliriz bunları kafamda kurguluyorum. Maç hangi tempoda, niye bu tempoda oynanıyor diye nedenleri anlamaya çalışıyorum.
Maçları yalnız izlememin başka bir nedeni ise, oyuncularımız hakkında maç esnasında negatif konuşulması hiç hoşuma gitmiyor. Her şartta takıma pozitif enerji yollamamız gerekiyor taraftarlar olarak. Maçı dünyanın öbür ucundan izliyor olsak bile.
-Herkesin Trabzonspor ile farklı bir duygu bağı olabiliyor? Sizin de hikayenizle çok farklı bir bağınız var. Trabzonspor, Ali Deniz için ne ifade ediyor?
Trabzonspor’un sadece bir şehri temsil eden bir futbol kulübünden çok daha fazlası olduğu aşikar. Siz 800 bin nüfuslu, kaynakları sınırlı olan bir şehirden, 17 milyonluk bir şehrin üç ultra-zengin futbol kulübünün hegemonyasına son vereceksiniz ve bunu çoğunlukla yerel oyuncular ile çarpık, devamlı size karşı işleyen bir futbol düzeni içeresinde gerçekleştireceksiniz. Avrupa’nın dev kulüplerini en iyi zamanlarında İstanbul dışı bir Türk takımı olarak dize getireceksiniz. Bunlar çok sıra dışı şeyler. Paranın gücüne karşı, yeteneğin, azmin, özverinin, inanmışlığın mücadelesidir Trabzonspor.
Yüksek özgüven ile bütün bunları söylüyorum ama Trabzonspor’u tutmaya başlarken tüm bu faktörleri analiz edip tutmaya başlamadım açıkçası. Benimkisi aşık olmak gibi bir şeydi ama her geçen gün görüyorum ki tam da tutulacak takımı tutmuşum. Bilinçaltım belki de benim sezemediğim bir sürü faktörü sezmiş ve bana doğru yolu göstermiş bundan 27 sene önce.
-Trabzon’a ilk geldiğinde neler yaşadınız? Unutamadığınız anılarınız oldu mu?
2003 senesinde Amerika Birleşik Devletleri’nde yaşarken 6 haftalığına Avrupa’ya gelme imkanım oldu. Bunun 3 haftasını İsviçre’de Swoan grubundan arkadaşım David ile müzik yaparak geçirdim. Geriye kalan 3 haftayı ise Türkiye’de geçirmek istiyordum. İstanbul’a gelir gelmez kafamdaki tek şey ne yapıp edip Trabzon’a gitmekti. Yaz mevsimi olduğundan olsa gerek tüm otobüsler doluydu. Bir otobüs şirketinde sadece arkada motor üstünde bir koltuk kaldığını, sıcak ve gürültülü olduğunu söylediler. Ben hiç önemi olmadığını söyledim ve 18 saat yolculuğun ardından Trabzon’a geldim.
Otogarda müşteri bekleyen bir taksici abinin yanına gittim (Erol abi). Trabzonspor için geldiğimi ve otel aradığımı söyledim. Önce tesislere götürdü beni. Dışarıdan tesislerin girişine bakma fırsatım oldu. Sonra otel aramaya başladık. Çok yüksek bir bütçemin olmadığını söyledim. Beni çok ucuz bir otele bırakmak pek içine sinmedi Erol abinin. Merkezde gayet temiz bir otele makul bir fiyata resepsiyonist arkadaşının aracılığıyla bir oda ayarladı bana. Erol abi telefonunu bıraktı, ne zaman istersem arayabileceğimi söyledi. Otel odasına yerleştim. Benim saçlar uzun ve transfer dönemi de olduğundan, otel çalışanları bana futbolcu olup olmadığımı soruyorlardı.
AVNİ AKER’DE KALBİM DURACAKTI…
İlk iş, merkezdeki mağazaya gitmek oldu. Müzeyi görmek istiyordum ama müze tadilattaydı. Bir kaç forma aldım. Mağazadaki sorumlu Özkan abi bana kartını verdi. Dedi git Avni Aker’e, kartımı göster seni stada sokarlar. Ben stadın yolunu tuttum. Yolda giderken herhalde beni tribün kısmına alırlar diye düşünüyordum. Stada geldim gösterdim kartı, içeri aldılar beni. Bir anda kendimi soyunma odalarının önünde ve sahanın içerisinde buluverdim. İşte o an kalbim duracak gibi oldu. Onca sene televizyondan izlediğim stadın içerisindeydim hem de sahada. Yere eğildim, çimleri öptüm ve sahayı turlamaya başladım. Mutluluktan uçuyordum. Rüyada olmak gibi bir şeydi benim için.
Bir süre yanıma sonra o esnada orada bulunan taraftar grubu Çılgınlar geldi ve bana hangi takımı tutuğumu sordular. Durumu anlattım. Guru Osman ile tanıştım. Yedek kulübesinde fotoğraflar çektirdik beraber. 95-96 sezonunu konuştuk. Benden iki gün önce Yattara transfer edilmişti. Guru Osman çok yetenekli olduğunu söyledi. Bana adreslerini verdiler, ben de ABD’ye dönünce çektiğim fotoğrafları yollayacağımı söyledim Çılgınlara.
Şehirde biraz dolandım turistik yerlere gittim. İki gün sonra İstanbul’a dönme vakti gelince Erol abiyi aradım, beni otelden otogara bıraktı. Taksi ücretini ödemek istediğimde para almak istemedi benden. “Biz Trabzon’dan öyle bir değer çıkarmışız ki, seni ta oralardan bize getirmiş. Beni Trabzonlu olmaktan gururlandırdın” dedi.
ABD’ye dönmeden önce İsviçre’ye uğradım tekrar. Swoan’dan David ile kayıt ettiğimiz parçaların miks ve masteringini yapacaktık. Miks sırasında parçaların bir tanesine (Swimming in Cold Water) Guru Osman ve Çılgınların ses kayıtlarını ekledik şarkının üzerine. Ben bu durumdan biraz rahatsızdım çünkü Çılgınlardan izin almamıştım seslerini kullanmak için ve sadece bir posta adresi vardı elimde. E-posta yolladım fakat cevap alamadım.
Plaklar basıldı, Çılgınlardan haber yok plakta yer aldıklarından haberleri yok. O yüzden o albümün dijital versiyonunu çıkarmak istemedim bugüne kadar. İnternete düşerse belki Çılgınlar rahatsız olur diye düşündüm. Bir müzik projesinde daha Trabzonspor motifini işlemiş olduk. Fiziki plağın üzerinde kredilerde Çılgınlar’ın ismi var.
-Tribünden izlediğiniz Trabzonspor maçları hangileriydi? En unutamadığın ve farklı bir hikayesi olan hangi maça tanıklık ettin? Sizde bıraktığı izleri dinleyebilir miyiz?
Trabzonspor’u canlı izleme fırsatını çok geç yakaladım hayatta. Tribünden izlediğim maçlar Inter, Juventus, Lokeren, Lazio ve Napoli maçları. En unutamadığım Inter maçıydı. 14 Eylül 2011. Yazdan kalma güneşli bir gün vardı Milano’da. Şehirde baya tezahürat yaptık tüm gün. Bir kahvenin terasında Serdar Bali’yi gördüm. Stada giriş çok rahattı. Maçtan çok keyif almıştım. Maç sonrası ayrı bir keyifti. Hayatımın en güzel günü olabilir belki de. Celustka golü attıktan sonra parmağı ile tribünleri gösteriyor ya işte biz o gösterdiği yerdeydik. Hayatım boyunca asla unutamayacağım bir gün.
En zor ve biraz da hırpalandığım deplasman Napoli deplasmanıydı. Stada gelişimiz 1 saatin üzerinde sürdü. Saldırıya uğramayalım diye çok uzun bir yoldan dağdan tepeden getirdiler bizi.
Lazio deplasmanına da büyük önlemler içeresinde götürüldük. Hiç bir kırmızı ışıkta durmadan motosiklet, helikopter otobüsler dolusu polis eskortu altında. O maçta yüz yüze bir Lazio taraftarı ile karşılaşmadım. Juventus maç öncesi Inter maç öncesi gibi çok rahattı. Dışarıda rakip taraftarlar ile beraberdik. Maç esnasında yan tribünden bir sürü taraftar atkı değiş tokuşu yaptı. Ben yapmadım. Trabzonspor atkımı Juventus atkısına değişmem!
Hikaye olarak en ilginci belki de Lokeren deplasmanıydı. Bilet bulamamıştım ve Türk isimli insanlara bilet satmıyorlardı maç günü. Hangi ülkenin pasaportunu taşırsanız taşıyın. Brüksel, Avrupa Birliği’nin başkenti ve kendi vatandaşlarına bile ayrımcılık yapılması çok ilginç gelmişti bana. Bütün gün bilet aradım. Bulmak imkansıza yakındı. En son maçın başlamasına az bir süre kala 230 Avroya karaborsadan bir bilet buldum. Kime bilete kaç para verdiğimi söylesem, geçmiş olsun dercesine sırtımı sıvazlıyorlardı. Bilet sayesinde tüm polis barajlarını geçtim. Formayı atkıyı iyice sakladım ceketimin içine. Neyse ki kapıda Fransızca konuşunca ne kimlik sordular ne de üstümü aradılar. Trabzonspor gol atınca tribün ayağa kalktı paltoları çıkardılar. Çoğu meğerse gizli Trabzonspor taraftarıymış. İkinci yarıyı onlarla izledim.
-Eski dönemlerde internet olmayışı sebebiyle yurt dışından Trabzonspor’u takip etmek zor olsa gerek. Bunla ilgili bir hikayeniz var mı?
ABD’de 11 buçuk sene geçirdim ve orada yaşarken Trabzonspor çok önemli bir rol oynadı hayatımda. Türkiye ile bağımı sağlam tutan bir unsur oldu benim için. Trabzonspor sevdam daha da güçlendi Amerika’da yaşarken.
ABD’ye ilk gittiğim dönemlerde daha henüz internet yayını yoktu, Türk futbolu izleyemiyordum. 2000 senesinin haziran ayında Euro 2000 başladı. Ben de Milli formayı giyip bir Amerikan spor bara gittim Milli maçları izlemek için. Üzerimdeki Milli forma sayesinde orada Ankaralı Doğa Gür isminde bir Türk ile tanıştım. Kendisi spora çok meraklı, Kaliforniya Üniversitesi’nde spor istatistikçisi olarak çalıştığını öğrendim. Ayrı takımları tutmamıza rağmen aynı tutku ile takip ediyorduk takımlarımızı. Kısa sürede çok iyi arkadaş olduk. Benim de önerimle Doğa evinin çatısına Türk çanak anteni yerleştirdi ve Türkiye liglerini birlikte izlemeye başladık.
Türkiye’de öğleden sonra maçları oynadığımızda Kaliforniya’da saat sabahın 3’ü 4ü oluyordu. Maçları izlemek için o saatlerde kalkıp, 20 dakika otoyolda araba sürüyordum Doğa’nın evine kadar. Doğa kendi takımının maçı olmamasına rağmen sırf ben Trabzonspor maçlarını izleyebileyim diye o saatlerde yataktan kalkıp evini açıyordu bana. Bir keresinde Doğa tatile gitti, sırf ben maç kaçırmayım diye evinin anahtarlarını bana bırakmıştı. Internet yayınları başlayana kadar maçları Doğa’nın evinde izledim. Doğa’nın bu iyiliğini hiç bir zaman unutamam.
-Trabzonspor’la en üzüldüğünüz an ve en sevindiğiniz an hangisiydi?
En unutamadığım ve en sevindiğim Inter maçıydı. Buna Urfa’daki kupa finalini de katabilirim. En unutamadığım ve en üzüldüğüm 95-96 sezonundaki malum maç ve 3 Temmuz 2011 haberini öğrenmek. O zamanlar ABD’den daha yeni geri dönmüştüm İsviçre’ye. Lozan kentinde bir şirkette çalışıyordum. Penceremden Leman gölü ve Alp dağları görünüyordu. Ofiste kimse yoktu. Stressiz bir gündü. 3 Temmuz Pazar günüydü galiba, muhtemelen 4 Temmuz Pazartesi’ydi ben haberi ofiste öğrendiğimde, birden kalbim sıkıştı dilim tutuldu. Hiç böyle hissetmemiştim kendimi daha önce. Tüm sezonu takip etmiştim. Hâlâ ABD’de yaşarken bir ara Kenseth Thibideau ile turnedeydik. Ben de akıllı telefon yoktu o zaman. Texas’ta çölün ortasında San Diego’da futbol ile uzaktan yakından ilgisi olmayan insanlara Trabzonspor maç skorlarını soruyordum SMS ile. Hala 2010 – 2011 sezonu sonu içimde bir yaradır. UEFA binası önünde protestoya da katılmışlığım var bu konu yüzünden.
- Futbol tutkusu Trabzon gibi yüksek Güney Amerika ülkeleri Arjantin ve Meksika’da yaşadın. Buralarda tutkusu ve duruşuyla Trabzonspor’a benzettiğin bir kulüp oldu mu?
Bu sorunun hakkını verebilecek kadar Latin Amerika futbolu bilgi derinliğine sahip olmadığımı düşünüyorum. Ama Guadalajara Chivas hep ilgimi çekmiştir. Çünkü sadece Meksika doğumlu oyuncuları kadrosunda bulunduruyor. Hep temenni etmişimdir bir gün Türkiye’de tüzüğünü bu şekilde düzenleyen bir kulüp çıksın diye.
Trabzonspor hiç bir resmî kısıtlama uygulamadan doğal bir şekilde eski günlerdeki gibi, buna yaklaşsın isterim. Bazen sahada 5 Trabzonlu oyuncu ile oynuyoruz. Neden bir gün ilk şampiyonlukların yaşandığı dönemler gibi tüm takım Trabzon orijinli olmasın? Alt yapıdan çıkan oyuncular büyük heyecan kaynağı benim için. İnşallah alt yapı üretimi büyüyerek devam eder ve Dünya’nın en büyük liglerine bol sayıda Trabzonlu oyuncu yollarız.
-Eski dönemlerden çok beğendiğiniz ve şu anda ki kadrodan biriyle kıyasladığınız bir oyuncu var mı?
Prensip olarak futbolcu kıyaslaması yapmayı pek sevmiyorum. Benim için önemli olan futbolcunun Trabzonspor’a ne verdiği. Ben bordo mavi formayı giyen tüm oyuncuları desteklerim. Yeter ki takım için bir şeyler üretsinler. Geçmiş dönemlerden en favori oyuncum Fatih Tekke’dir.
95-96 sezonunun kadrosunun da ayrı bir yeri vardır benim için. O sayıda yetenekli Türk oyuncuyu bir araya getirmek büyük bir başarı. O dönem yabancı oyuncular bile bizdendi.
- Bu tutkunuzla Trabzonspor şampiyon olursa en çok sevineceklerden birisi siz olacaksınız. Şampiyonluk gerçekleşirse Trabzon’a kutlamalara gelir misiniz?
Takım şu sıralar o kadar iyi gidiyor ki ben hesapları yapmaya başladım bile. Hangi haftaya şampiyonluk denk gelir? Şampiyonluk maçını içeride mi dışarıda mı oynarız?
Muhtemel bir şampiyonluk maçına çıkacak olursak benim kaç gün önceden Trabzon’a gelip yerimi garantiye almam gerekir? Kutlamalar kaç gün sürer? Diyelim ki ilk şampiyonluk maçında şampiyonluğu bir hafta sonraya taşıdık, bir sonraki haftaya nasıl tüm organizasyonumu taşıyabilirim? Tüm bunları yavaştan kafamda düşünmeye başladım. Çünkü şampiyon olduğumuzda Rio Karnavalı’nın en az 10 katı bir coşku ortaya çıkacak şehirde. Bunu asla kaçırmak istemem.
-Trabzonspor’la bireysel olarak gerçekleştirmeyi çok istediğiniz, “şunu yapmak istiyorum” dediğininiz bir hayaliniz var mı?
Öncelikle bu röportajı vermek kişisel hayallerimin ötesinde bir durum oldu benim için. Dergi demek kulübün hafızası demek. Bu hafızada bir şekilde yer almak büyük bir onur. Her taraftara nasip olmaz. 2003’te Türkiye’ye geldiğimde derginin ilk sayıları çıkmıştı o zaman, ben de almıştım. Sonra ABD’de yaşarken kulüp ürünleri için kargo bedavaydı. Bir gün kulüpten bir abi arayıp beni dergiye uygun bir fiyata abone etmişti. Bir süre o şekilde okudum dergiyi. Şimdi ise 5 ay geriden siteden okuyorum. Tarih kısmı çok hoşuma gidiyor derginin. Hayallerim gerçek oldu Trabzonspor’un, şampiyon olduğu gece Trabzon’da Meydan’daydım. Şampıyonlugumuzu ilan ettiğimiz Antalyaspor maçını izlediğim koltuğun kombinesi aldım. Maç sonunda oldukça duygulandım. Gözlerimden yaşlar aktı. Avrupa kupasında Kızılyıldızı 2-1’i yendiğimiz maçı da izledim. Çok mutlu oldum’’