Sanat müdahaledir…
Hayat, nesneler ve öteki şeyler.
Yani atomlarına ayrışan dünya kendini kazırken sanat mümkün mü?
Koşulsuz itaatin, itirazın, eleştirinin olmadığı yerde çürüme başladı demektir.
Hayatla kurabildiğimiz organik bağı koparmadan sorunları sorun ederek, D. Vertov gibi söylersek -Ben deyip biz diye düşünerek- yaşamı daha çekilir kılmanın müdahalesi.
*
İlkokul dört ya da beşinci sınıftayım.
Radyoda Meddah, Karagöz canlandırmalarını, radyo tiyatrolarını hiç kaçırmıyorum. Bir gün okulumuza kuklacı geldi.
Eve dönünce kartonlara Karagöz, Yuki, Tenten tasvirleri kestim ve boyadım.
Bakkaldan aldığım üzüm kurusu kutusunun taban tahtalarının yerine yağlı kâğıt yapıştırarak kocaman dünyamı kurdum.
Kafes Mustafa’nın odunluğunda mahalle çocuklarının seyirliği, oyun sahnemi kurmuştum.
Yanan mumlar ve perdeye düşen gölgeler, müthiş keyifliydi.
Elbette bu cürmü gizlilik içinde işlerken büyüklerimizden korkarak onlara görünmeden yapmak zorundaydım.
İlk izlediğim filmler, Kaptan Grant’ın Çocukları ve Bir Dağ Masalı olmuştu.
Sümer Sinemasının makinisti aile dostumuzdu, oraya gittiğimde beni locaya alırdı. Karaoğlan, Camoka serilerini hatırlıyorum.
Karaoğlan, Teksas, Tommix, Kinova, Tex… Resimli cep kitaplarından her macerada yeni dünyalar, yeni hayaller kurardık. Bu kitaplar, okunan, paylaşılan, tartışılan yaşamsalımızdı.
Renk sineması ucuzdu, Belleğim yanıltmıyorsa birinci mevkii 90 kuruştu. Sinema önüne iki üç kitap getirir, satar yenisini alır, okuyup tekrar satarak birinci ve gazoz parasını denkledik mi ilk matineye dalardık.
*
WESTERNLER çokça izlediğimiz filmlerdendi. Sonraki zamanlarda benim motosiklet yolculuklarıma ilham olan bu filmlerdeki hayat tarzı, yolculuklarımı, düşlerimi zenginleştirirdi. “Affedilmeyen”i, “İyi, Kötü ve Çirkin”i döne röne izlemiyor muyuz?
*
1970’li yıllardaki Trabzonspor efsanesinin mutfağı, fanatikliği ile ünlenen Faroz’un mahalle sakinlerinden
Kıymetlim’in keyfe değer anlarda oynadığı kolbastının Türkiye gençliğini sarmalayan hareketli, etkin bir dansa dönüşmesi bu mahallenin çok renkli dokusuyla ilişkilendirilebilir.
ÇOCUKLUĞUM Faroz’da geçmişti. Okuldan ve evden kaçtığım zamanlar fırtınalara karşı sığınacağım yegâne limandı burası. Son bir yıldır -emekli olduktan sonra- ağaçlar içinde yüz yıllık bir evin kiracısıyım.
Belleğimizde silinmeyen izler vardır ve bu izlere göndermeler yaparız. Martı ve Faroz kendi içinde ayrışmayan mecazdır.
Faroz insanıyla martılar öylesine özdeşleşmiştir ki: dikkatli, tetikte, gerektiğinde saldırgan ve çabuk. Parçalı yaşamların kırılma ve kaynama noktaları öylesine iç içedir ki hâl geçişleri arasında ayrıntılar seçilemez.
*
Birinci dünya savaşı yıllarında Regie, muhacirler ve tütün kaçakçılarının hayatını konu alan uzun metraj filmin karargâhı olarak oluşturdum bahçe içindeki platomu. Kültür Bakanlığı, çok ciddi hazırlandığım bu önemli projemi iteleyip çöpe atınca ıslandığım, üşüdüğüm, terlediğim, avarece gezindiğim sokaklarda kurduğum hayal perdesini, sıradan insanların sıradan düşlerini konu alan filmin çekimlerinde denedim. Birbirimizi büyüterek sürdü bu deneysellik. Pratikte yabancısı olduğum bir işti
Kırk yıldır fotoğraf yapıyorum, bir o kadar da resim ve kalemişiyle uğraştım. Görsel bir çok sanatla ilgilendim. Sinema dilinin bu kadar keyif vereceğini bilseydim bu işe kırk sene önce başlardım.
Filmimin kaba montajını bitirdim. Yol bundan sonra nereye gider hiç bilemem. Senaryosundan, yönetmenliğine, kameramanlığından, kurgusuna tek kişilik sinema yapmanın keyfini çıkartıyorum.
Amatör yürekle profesyonel işler yapmanın erdemini düşünmüşümdür hep. Keyifli, yorucu bazen de anlamsız bir süreç gibi gelse de Sadri Alışık’ın dediği gibi “Sanat (gene de) koskocaman hiçbir şeydir.”
*
İMGE; çağrışım, tahayyül, ima, açığa çıkma ve yerine girme, aynileşme belleği olarak şiirin de sinemanın da etkin ortak paydasıdır.
Anlam katmanlarının dolaylı gelerek ana temaya gönderme yapması ile çağrışım zenginliğine yeni boyutlar kazandırıyoruz.
İmge; şiirin de sinemanın da amacı olmayıp gövde metnini destekleyen, faklı konumlandıran, ayrıştıran yeni katmanlar oluşturur.
İki farklı kavramdan üçüncü yeni bileşen oluşur ki, bu yan anlamların orijinalliği her iki sanatta görsel ve düşünsel mucizeler yaratabilir.
*
GÜÇLÜ sermayeler, daha eklektik, yaşamın dışından, gerçekle çok fazla örtüşmeyen bir sinema yapıyor. İnsan ve duyarlılığı sembolleştirirken daha şaşırtıcı, pahalı prodüksiyonların, aklın gerçeküstücü şaşırtıcılığını ve soyutluğunu işlerken yırtıcı küreselleşmenin daha azgın canavara dönüştürmesinin dayatmasını yapıyor.
Niteliksiz sermayen sinemanın önünde engel olurken, doğu sineması paraya dayalı projelerde yalnız kalmaktadır.
Kültür olmadan geleneği öldürmenin sorgulanması gerekiyor. Geleneğin daima yeniden nasıl üretileceği üzerinde çok fazla kafa yormaya gerek yok. Batı ve vahşi yenidünyanın kurduğu bu kültür platosunu, intihal ve taklit etmeden kendi geleneğimize eklemlenerek bize göre nasıl kurabiliriz?
*
İNSANIN var olma nedenselliğini, duyarlılıkla ayrıştıran iki sinemaya kısaca değinmek istiyorum.
İran sineması için “gerçekliğini arayan, buldukça daha cesurlaşan, minimal tatlardan vurucu hikâyeler yaratan, sansürlü olmanın acısını daha geniş alanlarda çalışma imkanı yaratarak kırmaya çalışan bir sinema” eleştirisi yapılırken, kadim Pers kültürünün atlanmaması gerektiğini düşünüyorum.
Sinemanın bileşenlerinden -yeni olmakla beraber- fotoğraf, şiir, resim, minyatür, gibi sanatların İran’da köklü bir geleneği vardır.
*
‘BİSİKLETÇİ’, “Sûkut”, “Kilim”, “Ekmek ve Çiçek”, “Kandahar” ile ‘Mohsen Makhmalbaf
İran yeni dalgasıyla sinemaya önemli filmler kazandırmıştır. Filmleri bireylerden topluluklara uzanır; günlük yaşamın zorlukları, sosyal yaşamın bir parçası olan direnen çocuklar, politikacıların kaotik yanı uzun sinema yolculuğunda belirleyici olmuştur.
“Cennetin Çocukları’ “Serçelerin Şarkısı”, “Cennetin Rengi”, “Söğüt Ağacı”, “Baba” ile Majid Majidi İran sinemasının politik kanadını temsil eder. Yoksul insanların hayatını önceler. Çok basit bir konudan zengin çağrışımları olan filmler çıkartabilen bir yönetmen.
“Ve Yaşam Sürüyor” ,”Ten”, “Zeytin Ağaçlarının Altında”, “Rüzgâr Bizi Götürecek” ile Abbas Kiorastami gerçekçidir, özgün bir tarzı vardır. Onun için, mükemmeliyetçi ve inatçıdır, minimal basitlik onda karmaşıklıktır” görüşü hakimdir.
“Kara Tahta”, “Beyaz Balon’la Jafar Panahi, “Yarım Ay, Kablumbağalar da Uçar, Sarhoş Atlar Zamanı, “Kimsenin İran Kedilerinden HaberiYok” ile Bahman Ghobadi çok başarılı kürt kökenli bu yönetmenin geleceği çok parlak görülüyor.
Samira Makhmalbaf , Mohsen Makhmalbaf’ın 80 doğumlu kızı. Sinemaya babasının çektiği Bisikletçi filmiyle oyuncu olarak başladı
“Erkeksiz Kadınlar” ile Shirin Neshat. “Osama” ile Siddik Barmak… gibi örnekleri Şark’ın şiirleri ve şairleri olarak yorumlamak abartılı olmaz sanırım.
*
“SİNEMA özgürlük ve kaçış duygusuna sıkı sıkıya bağlıdır.’ diyen Tunuslu yönetmen, Çöl Gezgini Nacer Khemir’in çöl üçlemesi ile bin bir gece masallarını geleneğinden kopmadan yeni sinema dünyasını kurdu. Masalcı ve şair olan yönetmen arkaik dili devinen görsel platformda biçimleyen bir şair duyarlığıyla yaptı çöl üçlemesini.
“Öncelikle kırılgan ve sade bir özelliğe sahip. Hatta, hayâlı ve şefkatli demek yerinde olur. Bu iki kelime; hayâ ve şefkat, benim sinema çalışmamın kaldıracı.” Modern zamanların tahakkümü ve saldırganlığına reddiyesi hazırdır. Gelenekten kopan her unsuru “Bu muzaffer ve edepsiz özellik, kültürümüzün özüne zarar vermekte.” düşüncesini yineler.
Belleğin çok parçalı yapısı, alt bilincin katmanlardan oluşma süreci sanatın kendi içinden olandır. Disipline edilip rutin bir seyre giren her şey gibi sinema da tekdüze olarak algılanır. Belki ondan daha girift, daha imgesel bir sinema dili kullanır. Tasavvuf felsefesi filmleri, izleyicisiyle daha gizemli ve anlama zorluğuyla buluşturuyor.
Yönetmen, “Bir filmin tümünü anlamak gerekmiyor, bir dünyayı keşfetmek önemli. Bu bana çocukluk ve yetişkinlik dönemlerimde etkilenmiş olduğum Bergman veya Tarkovski ya da Satyajit filmlerini hatırlatıyor. Her şeyi anlamıyordum ama benim için uzak, bir o kadar da yakın olan o dünyalara dalmak çok keyifliydi.” diyor.
Güvercin Gerdanlığı, İbn Hazm şiirinde gerçek aşk’ın aşkınlığını anlatır. Aşktan sonrası gizemdir, sonsuzluk ve belirsizliktir.
Nacer Khemir, Güvercinin Kaybolan Gerdanlığı’nda, masal ile şiir arasında gidip gelen, girift bir film yapmış. Filmlerin masalsı, imgesel tadıyla çöl coğrafyasının büyüleyici görselleri arasında geriye dönüp bellek tazelemeleri yapman gerektiğini hissediyorsun.
Film için, “Kör kandilin ışığında kefen diken, daha doğrusu kefeni sabaha yetiştirmeye çalışan terzinin ölüm üzerine güzellemelerin aslında aşk için de söylenebileceğini fark etmek az şey midir?” deniyor.
Yine yönetmenin 2005 yılı yapımı Bab’ Aziz’de masalsı, hikemi bir anlatım gizemli çölde düşlerin izini sürer. Belirsizlikler ve paradokslar. Masalsı öğelerin içinde erir.
Otuz yılda bir dervişlerin çöl ortasında buluşup toplandıkları tapınaksı, kadim yeri bulmaya çalışan sofuların ve kör bir derviş olan yaşlı Baba Aziz ve küçük torunu İştar’ın yolculuğunu anlatır. Fırtına ve çölün sonsuzluğunda yitmelerde birbirlerinin gören gözleridir.
Diyaloglarda ve öğretilerde Doğu kültürün ortak mirasları paylaşılıyor. Binbir Gece Masallarından, Mevlâna’dan, Muhyiddin İbn’ül Arabî’den, atıflar göndermeler vardır.
Bu üçleme ile masal, ütopya, bugüne ait olmaya çalışan dünya nimetlerinin çok da anlamı olmadığını ima ediyor.
Hayat, nesneler ve öteki şeyler.
Yani atomlarına ayrışan dünya kendini kazırken sanat mümkün mü?
Koşulsuz itaatin, itirazın, eleştirinin olmadığı yerde çürüme başladı demektir.
Hayatla kurabildiğimiz organik bağı koparmadan sorunları sorun ederek, D. Vertov gibi söylersek -Ben deyip biz diye düşünerek- yaşamı daha çekilir kılmanın müdahalesi.
*
İlkokul dört ya da beşinci sınıftayım.
Radyoda Meddah, Karagöz canlandırmalarını, radyo tiyatrolarını hiç kaçırmıyorum. Bir gün okulumuza kuklacı geldi.
Eve dönünce kartonlara Karagöz, Yuki, Tenten tasvirleri kestim ve boyadım.
Bakkaldan aldığım üzüm kurusu kutusunun taban tahtalarının yerine yağlı kâğıt yapıştırarak kocaman dünyamı kurdum.
Kafes Mustafa’nın odunluğunda mahalle çocuklarının seyirliği, oyun sahnemi kurmuştum.
Yanan mumlar ve perdeye düşen gölgeler, müthiş keyifliydi.
Elbette bu cürmü gizlilik içinde işlerken büyüklerimizden korkarak onlara görünmeden yapmak zorundaydım.
İlk izlediğim filmler, Kaptan Grant’ın Çocukları ve Bir Dağ Masalı olmuştu.
Sümer Sinemasının makinisti aile dostumuzdu, oraya gittiğimde beni locaya alırdı. Karaoğlan, Camoka serilerini hatırlıyorum.
Karaoğlan, Teksas, Tommix, Kinova, Tex… Resimli cep kitaplarından her macerada yeni dünyalar, yeni hayaller kurardık. Bu kitaplar, okunan, paylaşılan, tartışılan yaşamsalımızdı.
Renk sineması ucuzdu, Belleğim yanıltmıyorsa birinci mevkii 90 kuruştu. Sinema önüne iki üç kitap getirir, satar yenisini alır, okuyup tekrar satarak birinci ve gazoz parasını denkledik mi ilk matineye dalardık.
*
WESTERNLER çokça izlediğimiz filmlerdendi. Sonraki zamanlarda benim motosiklet yolculuklarıma ilham olan bu filmlerdeki hayat tarzı, yolculuklarımı, düşlerimi zenginleştirirdi. “Affedilmeyen”i, “İyi, Kötü ve Çirkin”i döne röne izlemiyor muyuz?
*
1970’li yıllardaki Trabzonspor efsanesinin mutfağı, fanatikliği ile ünlenen Faroz’un mahalle sakinlerinden
Kıymetlim’in keyfe değer anlarda oynadığı kolbastının Türkiye gençliğini sarmalayan hareketli, etkin bir dansa dönüşmesi bu mahallenin çok renkli dokusuyla ilişkilendirilebilir.
ÇOCUKLUĞUM Faroz’da geçmişti. Okuldan ve evden kaçtığım zamanlar fırtınalara karşı sığınacağım yegâne limandı burası. Son bir yıldır -emekli olduktan sonra- ağaçlar içinde yüz yıllık bir evin kiracısıyım.
Belleğimizde silinmeyen izler vardır ve bu izlere göndermeler yaparız. Martı ve Faroz kendi içinde ayrışmayan mecazdır.
Faroz insanıyla martılar öylesine özdeşleşmiştir ki: dikkatli, tetikte, gerektiğinde saldırgan ve çabuk. Parçalı yaşamların kırılma ve kaynama noktaları öylesine iç içedir ki hâl geçişleri arasında ayrıntılar seçilemez.
*
Birinci dünya savaşı yıllarında Regie, muhacirler ve tütün kaçakçılarının hayatını konu alan uzun metraj filmin karargâhı olarak oluşturdum bahçe içindeki platomu. Kültür Bakanlığı, çok ciddi hazırlandığım bu önemli projemi iteleyip çöpe atınca ıslandığım, üşüdüğüm, terlediğim, avarece gezindiğim sokaklarda kurduğum hayal perdesini, sıradan insanların sıradan düşlerini konu alan filmin çekimlerinde denedim. Birbirimizi büyüterek sürdü bu deneysellik. Pratikte yabancısı olduğum bir işti
Kırk yıldır fotoğraf yapıyorum, bir o kadar da resim ve kalemişiyle uğraştım. Görsel bir çok sanatla ilgilendim. Sinema dilinin bu kadar keyif vereceğini bilseydim bu işe kırk sene önce başlardım.
Filmimin kaba montajını bitirdim. Yol bundan sonra nereye gider hiç bilemem. Senaryosundan, yönetmenliğine, kameramanlığından, kurgusuna tek kişilik sinema yapmanın keyfini çıkartıyorum.
Amatör yürekle profesyonel işler yapmanın erdemini düşünmüşümdür hep. Keyifli, yorucu bazen de anlamsız bir süreç gibi gelse de Sadri Alışık’ın dediği gibi “Sanat (gene de) koskocaman hiçbir şeydir.”
*
İMGE; çağrışım, tahayyül, ima, açığa çıkma ve yerine girme, aynileşme belleği olarak şiirin de sinemanın da etkin ortak paydasıdır.
Anlam katmanlarının dolaylı gelerek ana temaya gönderme yapması ile çağrışım zenginliğine yeni boyutlar kazandırıyoruz.
İmge; şiirin de sinemanın da amacı olmayıp gövde metnini destekleyen, faklı konumlandıran, ayrıştıran yeni katmanlar oluşturur.
İki farklı kavramdan üçüncü yeni bileşen oluşur ki, bu yan anlamların orijinalliği her iki sanatta görsel ve düşünsel mucizeler yaratabilir.
*
GÜÇLÜ sermayeler, daha eklektik, yaşamın dışından, gerçekle çok fazla örtüşmeyen bir sinema yapıyor. İnsan ve duyarlılığı sembolleştirirken daha şaşırtıcı, pahalı prodüksiyonların, aklın gerçeküstücü şaşırtıcılığını ve soyutluğunu işlerken yırtıcı küreselleşmenin daha azgın canavara dönüştürmesinin dayatmasını yapıyor.
Niteliksiz sermayen sinemanın önünde engel olurken, doğu sineması paraya dayalı projelerde yalnız kalmaktadır.
Kültür olmadan geleneği öldürmenin sorgulanması gerekiyor. Geleneğin daima yeniden nasıl üretileceği üzerinde çok fazla kafa yormaya gerek yok. Batı ve vahşi yenidünyanın kurduğu bu kültür platosunu, intihal ve taklit etmeden kendi geleneğimize eklemlenerek bize göre nasıl kurabiliriz?
*
İNSANIN var olma nedenselliğini, duyarlılıkla ayrıştıran iki sinemaya kısaca değinmek istiyorum.
İran sineması için “gerçekliğini arayan, buldukça daha cesurlaşan, minimal tatlardan vurucu hikâyeler yaratan, sansürlü olmanın acısını daha geniş alanlarda çalışma imkanı yaratarak kırmaya çalışan bir sinema” eleştirisi yapılırken, kadim Pers kültürünün atlanmaması gerektiğini düşünüyorum.
Sinemanın bileşenlerinden -yeni olmakla beraber- fotoğraf, şiir, resim, minyatür, gibi sanatların İran’da köklü bir geleneği vardır.
*
‘BİSİKLETÇİ’, “Sûkut”, “Kilim”, “Ekmek ve Çiçek”, “Kandahar” ile ‘Mohsen Makhmalbaf
İran yeni dalgasıyla sinemaya önemli filmler kazandırmıştır. Filmleri bireylerden topluluklara uzanır; günlük yaşamın zorlukları, sosyal yaşamın bir parçası olan direnen çocuklar, politikacıların kaotik yanı uzun sinema yolculuğunda belirleyici olmuştur.
“Cennetin Çocukları’ “Serçelerin Şarkısı”, “Cennetin Rengi”, “Söğüt Ağacı”, “Baba” ile Majid Majidi İran sinemasının politik kanadını temsil eder. Yoksul insanların hayatını önceler. Çok basit bir konudan zengin çağrışımları olan filmler çıkartabilen bir yönetmen.
“Ve Yaşam Sürüyor” ,”Ten”, “Zeytin Ağaçlarının Altında”, “Rüzgâr Bizi Götürecek” ile Abbas Kiorastami gerçekçidir, özgün bir tarzı vardır. Onun için, mükemmeliyetçi ve inatçıdır, minimal basitlik onda karmaşıklıktır” görüşü hakimdir.
“Kara Tahta”, “Beyaz Balon’la Jafar Panahi, “Yarım Ay, Kablumbağalar da Uçar, Sarhoş Atlar Zamanı, “Kimsenin İran Kedilerinden HaberiYok” ile Bahman Ghobadi çok başarılı kürt kökenli bu yönetmenin geleceği çok parlak görülüyor.
Samira Makhmalbaf , Mohsen Makhmalbaf’ın 80 doğumlu kızı. Sinemaya babasının çektiği Bisikletçi filmiyle oyuncu olarak başladı
“Erkeksiz Kadınlar” ile Shirin Neshat. “Osama” ile Siddik Barmak… gibi örnekleri Şark’ın şiirleri ve şairleri olarak yorumlamak abartılı olmaz sanırım.
*
“SİNEMA özgürlük ve kaçış duygusuna sıkı sıkıya bağlıdır.’ diyen Tunuslu yönetmen, Çöl Gezgini Nacer Khemir’in çöl üçlemesi ile bin bir gece masallarını geleneğinden kopmadan yeni sinema dünyasını kurdu. Masalcı ve şair olan yönetmen arkaik dili devinen görsel platformda biçimleyen bir şair duyarlığıyla yaptı çöl üçlemesini.
“Öncelikle kırılgan ve sade bir özelliğe sahip. Hatta, hayâlı ve şefkatli demek yerinde olur. Bu iki kelime; hayâ ve şefkat, benim sinema çalışmamın kaldıracı.” Modern zamanların tahakkümü ve saldırganlığına reddiyesi hazırdır. Gelenekten kopan her unsuru “Bu muzaffer ve edepsiz özellik, kültürümüzün özüne zarar vermekte.” düşüncesini yineler.
Belleğin çok parçalı yapısı, alt bilincin katmanlardan oluşma süreci sanatın kendi içinden olandır. Disipline edilip rutin bir seyre giren her şey gibi sinema da tekdüze olarak algılanır. Belki ondan daha girift, daha imgesel bir sinema dili kullanır. Tasavvuf felsefesi filmleri, izleyicisiyle daha gizemli ve anlama zorluğuyla buluşturuyor.
Yönetmen, “Bir filmin tümünü anlamak gerekmiyor, bir dünyayı keşfetmek önemli. Bu bana çocukluk ve yetişkinlik dönemlerimde etkilenmiş olduğum Bergman veya Tarkovski ya da Satyajit filmlerini hatırlatıyor. Her şeyi anlamıyordum ama benim için uzak, bir o kadar da yakın olan o dünyalara dalmak çok keyifliydi.” diyor.
Güvercin Gerdanlığı, İbn Hazm şiirinde gerçek aşk’ın aşkınlığını anlatır. Aşktan sonrası gizemdir, sonsuzluk ve belirsizliktir.
Nacer Khemir, Güvercinin Kaybolan Gerdanlığı’nda, masal ile şiir arasında gidip gelen, girift bir film yapmış. Filmlerin masalsı, imgesel tadıyla çöl coğrafyasının büyüleyici görselleri arasında geriye dönüp bellek tazelemeleri yapman gerektiğini hissediyorsun.
Film için, “Kör kandilin ışığında kefen diken, daha doğrusu kefeni sabaha yetiştirmeye çalışan terzinin ölüm üzerine güzellemelerin aslında aşk için de söylenebileceğini fark etmek az şey midir?” deniyor.
Yine yönetmenin 2005 yılı yapımı Bab’ Aziz’de masalsı, hikemi bir anlatım gizemli çölde düşlerin izini sürer. Belirsizlikler ve paradokslar. Masalsı öğelerin içinde erir.
Otuz yılda bir dervişlerin çöl ortasında buluşup toplandıkları tapınaksı, kadim yeri bulmaya çalışan sofuların ve kör bir derviş olan yaşlı Baba Aziz ve küçük torunu İştar’ın yolculuğunu anlatır. Fırtına ve çölün sonsuzluğunda yitmelerde birbirlerinin gören gözleridir.
Diyaloglarda ve öğretilerde Doğu kültürün ortak mirasları paylaşılıyor. Binbir Gece Masallarından, Mevlâna’dan, Muhyiddin İbn’ül Arabî’den, atıflar göndermeler vardır.
Bu üçleme ile masal, ütopya, bugüne ait olmaya çalışan dünya nimetlerinin çok da anlamı olmadığını ima ediyor.