SANDIKTAKİ TUŞLAR VE ÇALGI TELLERİ!
İsmail Fandaklı
Çocukluğumda, kentin birçok tarihi evlerini gezip görme ve meyve ağaçlarıyla süslü bahçelerinde oynama olanağım olmuştu. Ata mahallemiz Gazipaşa'daki komşu oturmaları genellikle öğretmen evleriydi. Hangi eve gitsek, adını bilmediğim, tellerine dokunulduğunda farklı sesler çıkaran, ahşap üzerine yapılmış, beni adeta büyüleyen bir şeyler asılırdı. Dört - beş yaşlarında olduğum için bütün bunları anlamam olası değildi. Mahallemiz dışında, Hacıkasım, Kemerkaya ve Çömlekçi'de de benzer durumlarla karşılaşmıştım.
Boztepe Yokuşu'ndaki Polis Karakolu aralığında bir eve gitmiştik annemle. Zaten bütün bu komşu oturmalarına annemle birlikte giderdik. Gittiğimiz ev sahibi, daha sonra öğrendiğime göre öğretmen emeklisiymiş. Bir başka genç kadın da vardı, o da öğretmendi. Trabzon'un tarihi konaklarından biri olmasa da, eski taş yapılardan biriydi. Bahçe kapısından girdiğimizde, rengarenk çiçekler, karayemiş, kokulu üzüm, incir ve mis gibi kokan narenciyeler karşılamıştı bizi. Binanın kapısından girişte, mutfak vardı. Ev sahipleri bizi ahşap merdivenlerden çıkarak üst kata yönlendirdi. Merdiven başında sofası, kocaman bir pencere ile bahçeye bakıyordu. Merdivenlerin hemen karşısında kocaman aynalı bir dolap, işlemeleriyle insanı hayran bırakan.
İstenildiğinde iki oda olarak kullanılabilen, ortadaki çifte kapı açıldığında kocaman bir salona dönüştürülen bölüme geçip oturduk. Annem, evdeki kadınlarla birlikte, pencereleri denize bakan bölümde oturdu. Evin genç olan kadını, beni diğer bölmedeki masada oturttu ve mis gibi kokan çeşit çeşit pastalarla dolu tabağı da limonata bardağı ile ikram etti. Duvarları izliyorum, kütüphanedeki kitaplara bakıyorum. Çok güzel resimler vardı duvarlarda dikkatimi çeken ancak, beni en çok etkileyen, bir tarafı kocaman bir kabağa benzeyen, sapının uç tarafı eğri, üzerinde teller olan parlak bir şey. Annemlerin konuşmasını fırsat bilip, sandalyenin üzerine çıkarak dokunmak istedim. Dokunduğum gibi kendimi sandalyeden halının üzerine attım. Çıkan ses, bütün bakışları benim üzerime çevirmişti. Annemin her zamanki tembihlerini anımsadım: "Gittiğimiz evlerde asla bir şeylere dokunmayacaksın, sana soru sorulmadıkça da asla konuşmayacaksın".
Ev sahiplerinden önce annem koşarak geldi; "Ben sana ne demiştim?" diye azarladı. Daha sonra annemden öğrendiğim iki öğretmenden genç olanı yanıma geldi, "Bak oğlum, bunun adı ud. Gördüğün gibi buraya taktığımız (Adını söyledi ama bir türlü söyleyememiştim) mızrapla tellerine dokunduğumuz zaman çalar ve müzik yaparız" dedi ve gitti. Kendimce adını hemen koydum: "Çalgı teli".
O sırada benim limonata yenilendi, pastalar yendikten sonra börek ve tatlılar geldi. Evde oynayabileceğim çocuk yok. Sıkıldıkça etrafımda ne varsa çaktırmadan yanına kadar gidip, merakımı gidermeye çalışıyorum. Bir anda kocaman kitaplığın yanında duran sandığa gözüm ilişti. Bir süre annemlere baktıktan sonra yavaşça yanına gidip incelemeye başladım. Çocukluk anlayışıma göre ahşap, üzerinde çok güzel işlemeleri olan bir sandık. Bir yandan annemleri gözetlerken, diğer yandan da minik parmaklarımla kapağını aralamaya çalışıyorum. Bir - iki derken, kapak çok kolay bir biçimde açıldı. Kapatmadan bir süre bekledim, ortamın uygun olduğunu hissettiğim anda da kapağını açtım. Çok ilginç bir şeyler görüyorum. Diğer elimle gördüklerime şöyle bir dokununca, bana göre kıyamet koptu! Annem, yerinden fırlayınca ev sahiplerinden genç öğretmen, "Çocuğu rahat bırak, sıkılmıştır" dedi ve yanıma geldi. Sandığın kapağını açtı, önündeki tabureye beni oturttu; kendisi de bir tabure aldı. Tuşlardan birini bana gösterip, işaret parmağımı diğerlerinden ayırıp, o tuşun üzerine koydu. "Ben sana 'dokun' deyince bu tuşa basacaksın" dedi ve diğer tuşlarla çalmaya başladı. Beş yaşındayım ve ilk kez böyle bir alet görüyorum. Bir de baktım ki, radyodan dinlediğimiz müziklere benziyor. Buraya kadar iyi de, demek ki sıra bana gelmiş, "Bas bakalım sen de o tuşa" dedi. Tuşa dokunduğum anda, kalbim sanki yerinden fırlayacak gibi oldu. Birkaç dakika uğraştıktan sonra evin genç öğretmeniyle birlikte bir parçayı çalmış olduk. Benimkisine çalmak denmez tabi ki, genç öğretmenin tembihlediği tuşa, "hadi" dediğinde basıyorum o kadar!
Ne kadar şanslıyım değil mi? Beş yaşında bir çocuk, 1965'te, Gazipaşa Mahallesi'nde, adını bile bilmediği piyanonun tuşlarına basıyor. Toplumumuzu aydınlatan, kişiliğimizin şekillenmesinde büyük emekler harcayan gencecik bir öğretmenle birlikte yaşadığım o anı asla unutamam.
Pastalar, börekler yendikten sonra duvarda asılı duruna ud yerinden alındı ve ev sahiplerinden yaşlı olan emekli öğretmen, çalmaya başladı. Annemin iyi şarkı ve türkü söylediğini biliyorum çünkü, evde iş yaparken sürekli bir şeyler söyler; bazen de derin bir "Off, offf" çektikten sonra söylediğini yarıda bıraktığı olurdu.
Ud çalıyor, oradaki kadınlar hep birlikte kora halinde söylüyor. Tabi ki, annem de onlara katılıyordu. Annemin dışında birkaç kadın daha vardı evde, hepsi birer parça okumuştu. Akşam vakti yaklaşınca da evimize gitmiştik. Orada çalınanların ne olduğunu ancak ilkokula başladıktan sonra öğrenebilmiştim; duvarda asılan, adına "çalgı teli" dediğim ud, "sandıktaki tuşlar" da piyanoydu.
Birkaç kez de Kemerkaya Mahallesi, Öğretmen Okulu'nun doğusunda yer alan tarihi evlerden birine gitmişizdir annemle. Orada da ud ve keman çalıp, şarkılar söylenmişti.
Annem her zaman derdi ki, "Oğlum, Trabzon'daki kadınların tümü müzik aleti çalamasa da, mutlaka iyi birer hanendedirler. Hatta bazıları, yerinden çalmayı ve yerinden okumayı da bilir".
Çocukluğumda birçok eve gitmişizdir annemle birlikte. Annemin çok iyi tanıdığı ancak, benim kim olduklarını bilmediğim bu güzel insanları anımsayamıyorum. Bunun da çok açık bir nedeni var; ilkokula başladıktan sonra annemle asla ev oturmalarına gitmedim. Büyüdüğümüzü düşündük sanırım. Arkadaşlar edinip, oyun kurmalar başlayınca, çocuklar için ev oturmaları sıkıcı olmaya başlıyor.
Yıl 1965, ağustos sonu ya da eylül başlarıydı. Bunu kesin olarak hesaplayabiliyorum çünkü, annem hamileydi ve kardeşimin doğumuna yaklaşık iki ay kalmıştı. Gazipaşa Mahallesi'ndeki evimizden çıktıktan sonra, eski Acem Mektebi, Gülbahçe Lokantası ve Çavuşoğlu Garajı'nın önünden geçip doğruca Limonlu Sokak'a yöneldik. Daha önce Çömlekçi Mahallesi'ne gittiğimi anımsamıyorum. Sokağın yokuşunu inmeye başladığımızda çok tatlı bir rüzgar esiyordu. Mis gibi kokular geliyordu burnuma. Anneme sorduğumda, "Oğlum, bu mahallede çok meyve ve çiçek var. Senin aldığın koku çoğunlukla limon çiçeğidir" demişti. Yüksek duvarlardan sarkmış mandalina, limon, karayemiş, kokulu üzüm, nar, incir… gibi meyveler insanı adeta büyülüyordu.
Aslında bütün bu güzellikle bizim mahallede de vardı. Hacıkasım'a, halamlara gittiğimizde oralarda da görüyordum. Ancak, Çömlekçi Mahallesi'nde tanık olduğum, çok başkaydı. Tarihi konakları görmezden gelseniz, meyve bahçesinde olduğunuzu sanırsınız. Yok, meyveleri görmeyeyim diye düşünseniz, rengarenk çiçeklerle bezenmiş tarihi konaklarıyla süslü bir mahallede sanırsınız kendinizi. Büyülenmemek mümkün değil.
Aradan yıllar geçti, burnumdaki o koku asla kaybolmadı. Ne zaman Arafilboy ya da Çömlekçi'ye gitsem hep o mis gibi kokular burnumda belirirdi. Yirmi beş yıl gibi uzun uğraşılarla okurla buluşturduğum "Arafilboy Çömlekçi" kitabını hazırlamamda, çocukluğumda burnumda yuvalanmış o mis gibi kokuların etkisi oldukça fazladır.
Antik kent Trabzon'un "doğu incisi" Arafilboy ve Çömlekçi ile ilgili kitabımda yer veremediğim birçok öykü var. Sanırım her iki mahalleden birçok yeni yazı konusu çıkacak. İlerleyen zamanlarda bütün bunları da sizlerle paylaşmak isterim.
1965'te ilk ve son kez piyano başına oturdum ve tuşlarına basma olanağım oldu. Asla unutmayacağım, unutamayacağım bir rüya gibidir benim için. Daha sonraki yıllarda "tuş" deyince benim için akla ilk gelen daktilodur. 1976'da tuşlarına dokunduğum daktiloyu 1985'te Kuzey Haber gazetesine başlayıncaya kadar sürdürdüm. Aradan uzun yıllar geçti, piyano tuşu özlemimizi saklı tutup, bilgisayar tuşlarına dokunmaya devam ediyoruz.
İsmail Fandaklı
Çocukluğumda, kentin birçok tarihi evlerini gezip görme ve meyve ağaçlarıyla süslü bahçelerinde oynama olanağım olmuştu. Ata mahallemiz Gazipaşa'daki komşu oturmaları genellikle öğretmen evleriydi. Hangi eve gitsek, adını bilmediğim, tellerine dokunulduğunda farklı sesler çıkaran, ahşap üzerine yapılmış, beni adeta büyüleyen bir şeyler asılırdı. Dört - beş yaşlarında olduğum için bütün bunları anlamam olası değildi. Mahallemiz dışında, Hacıkasım, Kemerkaya ve Çömlekçi'de de benzer durumlarla karşılaşmıştım.
Boztepe Yokuşu'ndaki Polis Karakolu aralığında bir eve gitmiştik annemle. Zaten bütün bu komşu oturmalarına annemle birlikte giderdik. Gittiğimiz ev sahibi, daha sonra öğrendiğime göre öğretmen emeklisiymiş. Bir başka genç kadın da vardı, o da öğretmendi. Trabzon'un tarihi konaklarından biri olmasa da, eski taş yapılardan biriydi. Bahçe kapısından girdiğimizde, rengarenk çiçekler, karayemiş, kokulu üzüm, incir ve mis gibi kokan narenciyeler karşılamıştı bizi. Binanın kapısından girişte, mutfak vardı. Ev sahipleri bizi ahşap merdivenlerden çıkarak üst kata yönlendirdi. Merdiven başında sofası, kocaman bir pencere ile bahçeye bakıyordu. Merdivenlerin hemen karşısında kocaman aynalı bir dolap, işlemeleriyle insanı hayran bırakan.
İstenildiğinde iki oda olarak kullanılabilen, ortadaki çifte kapı açıldığında kocaman bir salona dönüştürülen bölüme geçip oturduk. Annem, evdeki kadınlarla birlikte, pencereleri denize bakan bölümde oturdu. Evin genç olan kadını, beni diğer bölmedeki masada oturttu ve mis gibi kokan çeşit çeşit pastalarla dolu tabağı da limonata bardağı ile ikram etti. Duvarları izliyorum, kütüphanedeki kitaplara bakıyorum. Çok güzel resimler vardı duvarlarda dikkatimi çeken ancak, beni en çok etkileyen, bir tarafı kocaman bir kabağa benzeyen, sapının uç tarafı eğri, üzerinde teller olan parlak bir şey. Annemlerin konuşmasını fırsat bilip, sandalyenin üzerine çıkarak dokunmak istedim. Dokunduğum gibi kendimi sandalyeden halının üzerine attım. Çıkan ses, bütün bakışları benim üzerime çevirmişti. Annemin her zamanki tembihlerini anımsadım: "Gittiğimiz evlerde asla bir şeylere dokunmayacaksın, sana soru sorulmadıkça da asla konuşmayacaksın".
Ev sahiplerinden önce annem koşarak geldi; "Ben sana ne demiştim?" diye azarladı. Daha sonra annemden öğrendiğim iki öğretmenden genç olanı yanıma geldi, "Bak oğlum, bunun adı ud. Gördüğün gibi buraya taktığımız (Adını söyledi ama bir türlü söyleyememiştim) mızrapla tellerine dokunduğumuz zaman çalar ve müzik yaparız" dedi ve gitti. Kendimce adını hemen koydum: "Çalgı teli".
O sırada benim limonata yenilendi, pastalar yendikten sonra börek ve tatlılar geldi. Evde oynayabileceğim çocuk yok. Sıkıldıkça etrafımda ne varsa çaktırmadan yanına kadar gidip, merakımı gidermeye çalışıyorum. Bir anda kocaman kitaplığın yanında duran sandığa gözüm ilişti. Bir süre annemlere baktıktan sonra yavaşça yanına gidip incelemeye başladım. Çocukluk anlayışıma göre ahşap, üzerinde çok güzel işlemeleri olan bir sandık. Bir yandan annemleri gözetlerken, diğer yandan da minik parmaklarımla kapağını aralamaya çalışıyorum. Bir - iki derken, kapak çok kolay bir biçimde açıldı. Kapatmadan bir süre bekledim, ortamın uygun olduğunu hissettiğim anda da kapağını açtım. Çok ilginç bir şeyler görüyorum. Diğer elimle gördüklerime şöyle bir dokununca, bana göre kıyamet koptu! Annem, yerinden fırlayınca ev sahiplerinden genç öğretmen, "Çocuğu rahat bırak, sıkılmıştır" dedi ve yanıma geldi. Sandığın kapağını açtı, önündeki tabureye beni oturttu; kendisi de bir tabure aldı. Tuşlardan birini bana gösterip, işaret parmağımı diğerlerinden ayırıp, o tuşun üzerine koydu. "Ben sana 'dokun' deyince bu tuşa basacaksın" dedi ve diğer tuşlarla çalmaya başladı. Beş yaşındayım ve ilk kez böyle bir alet görüyorum. Bir de baktım ki, radyodan dinlediğimiz müziklere benziyor. Buraya kadar iyi de, demek ki sıra bana gelmiş, "Bas bakalım sen de o tuşa" dedi. Tuşa dokunduğum anda, kalbim sanki yerinden fırlayacak gibi oldu. Birkaç dakika uğraştıktan sonra evin genç öğretmeniyle birlikte bir parçayı çalmış olduk. Benimkisine çalmak denmez tabi ki, genç öğretmenin tembihlediği tuşa, "hadi" dediğinde basıyorum o kadar!
Ne kadar şanslıyım değil mi? Beş yaşında bir çocuk, 1965'te, Gazipaşa Mahallesi'nde, adını bile bilmediği piyanonun tuşlarına basıyor. Toplumumuzu aydınlatan, kişiliğimizin şekillenmesinde büyük emekler harcayan gencecik bir öğretmenle birlikte yaşadığım o anı asla unutamam.
Pastalar, börekler yendikten sonra duvarda asılı duruna ud yerinden alındı ve ev sahiplerinden yaşlı olan emekli öğretmen, çalmaya başladı. Annemin iyi şarkı ve türkü söylediğini biliyorum çünkü, evde iş yaparken sürekli bir şeyler söyler; bazen de derin bir "Off, offf" çektikten sonra söylediğini yarıda bıraktığı olurdu.
Ud çalıyor, oradaki kadınlar hep birlikte kora halinde söylüyor. Tabi ki, annem de onlara katılıyordu. Annemin dışında birkaç kadın daha vardı evde, hepsi birer parça okumuştu. Akşam vakti yaklaşınca da evimize gitmiştik. Orada çalınanların ne olduğunu ancak ilkokula başladıktan sonra öğrenebilmiştim; duvarda asılan, adına "çalgı teli" dediğim ud, "sandıktaki tuşlar" da piyanoydu.
Birkaç kez de Kemerkaya Mahallesi, Öğretmen Okulu'nun doğusunda yer alan tarihi evlerden birine gitmişizdir annemle. Orada da ud ve keman çalıp, şarkılar söylenmişti.
Annem her zaman derdi ki, "Oğlum, Trabzon'daki kadınların tümü müzik aleti çalamasa da, mutlaka iyi birer hanendedirler. Hatta bazıları, yerinden çalmayı ve yerinden okumayı da bilir".
Çocukluğumda birçok eve gitmişizdir annemle birlikte. Annemin çok iyi tanıdığı ancak, benim kim olduklarını bilmediğim bu güzel insanları anımsayamıyorum. Bunun da çok açık bir nedeni var; ilkokula başladıktan sonra annemle asla ev oturmalarına gitmedim. Büyüdüğümüzü düşündük sanırım. Arkadaşlar edinip, oyun kurmalar başlayınca, çocuklar için ev oturmaları sıkıcı olmaya başlıyor.
Yıl 1965, ağustos sonu ya da eylül başlarıydı. Bunu kesin olarak hesaplayabiliyorum çünkü, annem hamileydi ve kardeşimin doğumuna yaklaşık iki ay kalmıştı. Gazipaşa Mahallesi'ndeki evimizden çıktıktan sonra, eski Acem Mektebi, Gülbahçe Lokantası ve Çavuşoğlu Garajı'nın önünden geçip doğruca Limonlu Sokak'a yöneldik. Daha önce Çömlekçi Mahallesi'ne gittiğimi anımsamıyorum. Sokağın yokuşunu inmeye başladığımızda çok tatlı bir rüzgar esiyordu. Mis gibi kokular geliyordu burnuma. Anneme sorduğumda, "Oğlum, bu mahallede çok meyve ve çiçek var. Senin aldığın koku çoğunlukla limon çiçeğidir" demişti. Yüksek duvarlardan sarkmış mandalina, limon, karayemiş, kokulu üzüm, nar, incir… gibi meyveler insanı adeta büyülüyordu.
Aslında bütün bu güzellikle bizim mahallede de vardı. Hacıkasım'a, halamlara gittiğimizde oralarda da görüyordum. Ancak, Çömlekçi Mahallesi'nde tanık olduğum, çok başkaydı. Tarihi konakları görmezden gelseniz, meyve bahçesinde olduğunuzu sanırsınız. Yok, meyveleri görmeyeyim diye düşünseniz, rengarenk çiçeklerle bezenmiş tarihi konaklarıyla süslü bir mahallede sanırsınız kendinizi. Büyülenmemek mümkün değil.
Aradan yıllar geçti, burnumdaki o koku asla kaybolmadı. Ne zaman Arafilboy ya da Çömlekçi'ye gitsem hep o mis gibi kokular burnumda belirirdi. Yirmi beş yıl gibi uzun uğraşılarla okurla buluşturduğum "Arafilboy Çömlekçi" kitabını hazırlamamda, çocukluğumda burnumda yuvalanmış o mis gibi kokuların etkisi oldukça fazladır.
Antik kent Trabzon'un "doğu incisi" Arafilboy ve Çömlekçi ile ilgili kitabımda yer veremediğim birçok öykü var. Sanırım her iki mahalleden birçok yeni yazı konusu çıkacak. İlerleyen zamanlarda bütün bunları da sizlerle paylaşmak isterim.
1965'te ilk ve son kez piyano başına oturdum ve tuşlarına basma olanağım oldu. Asla unutmayacağım, unutamayacağım bir rüya gibidir benim için. Daha sonraki yıllarda "tuş" deyince benim için akla ilk gelen daktilodur. 1976'da tuşlarına dokunduğum daktiloyu 1985'te Kuzey Haber gazetesine başlayıncaya kadar sürdürdüm. Aradan uzun yıllar geçti, piyano tuşu özlemimizi saklı tutup, bilgisayar tuşlarına dokunmaya devam ediyoruz.