Şiiri nedense menkıbeler, mitoslar manzumesi olarak algılıyorum. Şimdiyi anlatıyor ama şimdiye ait değil, arkaik bir inşası var, bizi anlatıyor ama dünyalı değil, ne kadar bilinçaltıysa, o kadar da yaşamsal ihtimalli kurgudur. Bütün plastik kaygı ve öncelemeye rağmen şiirin tanık olma sorunsalı hep olmuştur.
Vazgeçilemeyen retorik ve kurulan metinler arası ilişkiler, geleneksel geleneğin modern şiir inşasında ana unsur olurken, geleceğin şiirinin, geçmişle olan damarlarını keserek kurulamayacağı dersini aldık.
Şiir, kendi için; simyadan otanmış sözlere, hurufattan işaretlere çok geniş bir dil yelpazesi oluşturur. Kurulan ‘söz’, insanın modernleşme süreciyle buluştuğu ölçüde gücünü ve etkisini de kaybediyor. Sözcüğün yüklenme gücü, şiirin yüklenme gücüydü. Belagatin daha girift ve yan anlamlılığına muhalefet ederken, imgeden ve kavramdan arındırılarak sadeliği, düzanlamı önceleyen, belleği zorlamayan şiiri bir asır rötarla konuşmak isteyen konuşsun. Çağdaş dilbilimciler ve semiyotikçiler dilin boğumluluğunu kavramsal geleneğe atfeder.
İfade (seslerin fonetik düzeyi) ve içeriksel (kavramların ve fikirlerin semantik düzeyi) düzlemi modern edebiyat teorisinin merkezi problemi olmuştur.
Kavramsal düşünceyi önceleyen Hegel’e karşın Kant, kavram yorgunluğuna gönderme yapar; ‘Estetik hüküm kavramsal ve mantıksal sebeplerden çıkarılamaz. İnsan zekâsı, esasında güzellikten kavramsız (olandan) zevk alır.’
Hegel, ‘Kant’ın düalist güzellik anlayışına karşı çıkmış ve sözlü sanattaki ifade düzlemi özerkliğini açıkça reddetmiştir.” (1)’
Romantik düşüncü Schlegel, dilin bilgiye engel olmadığını, ilhamın tükenmez kaynağını olduğunu söylerken dilin müphemiyetini ve çokanlamlılığının savunan Nietzsche, musiki sesinin felsefe içinde ulaşılmaz bir model olduğunu söyler.
Şiir, zihinsel bir yolculuktur. İmgenin ve şiirsel imgenin üst dille kurduğu inşa; şairin gör(ebil)me ve sezgi gücünü ortaya koyar.
Kurulan metin, söylenmiş sözle, söylenmemiş imaların dilini ararken ‘hayatın içinden’ olanı evirir.
İdeolojik duruşu anlama sorunsalımız var. Bizdeki sıkça tekrarlanan darbe ve postmodern darbeler, doğu duvarlarının yıkılması, denge niteliğindeki Rusya’nın çözülmesi diyalektiğin ve ideolojilerin sonu muydu? Doktrinleri sonralayıp geri çekilen şairin; daha bireyci ve daha öznel olması iktidarların muradına ermesi mi demekti?
Modern insan ikonlarını reddederken, ikonlarsız olamama sorunsalı modern bilincin de paradoksuydu. Tedirgin olan ve parçalanan bellek kendine ‘geri çekilme mekânları’ oluştururken, önü alınamayan kirlenmenin dayattığı çok katmanlı insanlık dramını kurguluyordu. Sanayileşmenin kaçınılmaz faturası hep orada bir yerde bekletildi. Göğün delinmesi, toprağın kuraklaşması ve ekili alanların eksilmesi, buzdağlarının erimesi, sona giden sinyallerini alana kadar. Sözün yeterince söylendiğini, muhatap bulamayan belagatin fazlaca lüks olduğunu söyleyen pesimist/protest zihin, kodladığı formlarla şiir ötesinin ipuçlarını ararken, kodlanan hayatın travmaya dönüştürdüğü bu görsel bilinç telâşını, ‘insan’dan vazgeçme pratiğine ihale ediyordu.
Son yüzyıl değişimiyle düzensizliği de getirdi. Gelenekler, yerleşik değerler, ekonomi, toplumsal ve siyasi yapılar adeta kendini inkâr ederek farklılaştı. Vassili Kandinski, atomun parçalanmasını dünyanın parçalanmasına eşdeğer görürken. Bu endişeyi de yaşıyor olmalıydı.
Prefabrikleşen ve sanallaşan teknocanavar, ‘İnsan’ı tahakküm altına aldı. Sahip olunanları korumak adına modernizmin yırtıcı kurmacasına muhalefet etmekte zorlanan zihin, bu tüketen ihtirasın karşısına koyabileceği katalizörlerden biri olan estetiğe her zamankinden daha çok ihtiyacı vardı.
Dünya savaşları, açlık, su ve petrol kavgaları, bozulan eko dengenin yırtıcı vahşetine koşut olarak sanata da yansıyor. Kırılmalar, geri çekilmeler ve kaçış egzotizminin hâkim olduğu yaralı bellek aidiyeti travma olarak görmeye başlıyor. İki büyük dünya savaşı ve sonrasında birleşik güçlerin Asya talanı geriçekilmede sonun başlangıcıydı. ‘Artık ciddi şeyler söylemenin çok fazla anlamı ve gereği yok,’ karamsarlığı şiirde inşanın/sözün aidiyetini sorgulattı.
Bizdeki darbeler ve Rusya’nın çözülmesi ‘ideolojilerin ve diyalektiğin hızını da kesti. Sanal da olsa, var kabul edilen dengeler bozuldu, ‘yırtıcı küreselleşme’ devasa mağazalar kurdu(rdu).
Büyük patronun ve taşeronlarının kan ticareti ve post darbelerle sürdürdüğü 3.dünya savaşları dizisi; hem siyasi ve ekonomik arenada, hem de kanlı savaşlar bağlamında adı konul(a)mayan yıkıma taşıdı dünyayı.
İktidarlar kontrol altına alınırken, fakirleş(tiril)en ve savaş(tırıl)an öteki dünya insanı, güzellik uykusunda mahsur kalmaya, gönüllü esrimeye itiraz etmedi.
Usta ve düzenbaz bir yönetmen karşısındayız. Dişlerini altınla kaplatan, güvercin ve gül motifini de yanına yerleştiren kırmızı başlıklı bu teknocanavar, dersine çok iyi çalışmış görünüyor. İnsan olma halini tüketmek adına, oyununu amatör figüranlarla bile rahatça sahneye koyabiliyor artık...
‘Bir şey söylememe’ protestosu, özgür bilinçte virüs olarak kendini çoğaltma şansını buldu. Olması istenen de buydu zaten. Aptal liderleri önce kullanıp, sonra atlasının günah keçisi yaparak, sonunu hazırlıyor. Aynı oyunu temcit pilavı gibi ısıtıp ısıtıp sofraya koyuyor. Ve bu sofra hiç boş kalmıyor. Sonra ne mi oluyor? Bitmeyen savaşlar sonrası tükenen halkın haklarını, varsıllığını, insanlığını havari kostümüyle mülkiyetine geçiriyor. Ülkemizin geleceğini bekleyen tehlikeler konuşulmazken; aydınıyla, delisiyle, velisiyle sürekli yapay gündemlerle geyik yapıyoruz. İçi doldurulamayan, şekilcilikten öteye gitmeyen birkaç argümanla yatıp, onlarla kalkıyoruz.
İnsan bu kurgusu değişmeyen sadece coğrafyası değişen komplodan paydasına düşen tecrübeyi edinmemekte bu kadar ısrarcı olmasının mantığı neyle izah edilebilir ki?
Şimdi; incik boncuk, patlayan borular ve ateş suyunun yerine ikonlaşan teknolojinin kanserli artığı olan mekanik/elektronik dünya nimetleri koyuldu.
Sıkıştırılan kötü enerji insanı dibe çekerken; şair de bu yabancılaşma/ kırılma ayinlerinden nasibini alıyor. Kimse kimseyi sevmiyor, kimse kimseye katlanamıyor, en küçük söz düellosu, yazınsal etiğin sınırlarını zorlayan kırıcı, patavatsız bir terminolojiye, polemikler zincirine dönüşüyor. “Eleştiri” kurumunun olmadığı bir yerde bu başıboşluk kaçınılmazdır.
Sanatçı, dolayısıyla şair, çok parçalı ve ayrıştırdığı dili ile yerkürede ne olup bittiğine anlam verme rehavetini sorgulamaya başladı. Kendini zulmün figüranı olarak dışardan seyretmekle yetiniyor gibi görünse de bu sancılı dönemin doğum öncesi sancısı olmasını diliyorum. Şairin; geleneğini tanıma, poetikasını tanımlama anlamında oluşturduğu yeni bilinç bu inancımı güçlendiriyor.
Böylesine kalabalık ‘şair ordusu’ olan bir ülkede, ters orantılı olarak şiiri her gün daha çok okunmaz kılan etmenler bulanıklığın öbür yüzü olsa gerek. Bu dağınıklığın müsebbibi hiç şüphesiz kavramların pratikteki karşılığının çok fazla iç içe girmesinden kaynaklanıyor. Eleştirisizleştirildik! Eleştiri(lme)ye kimsenin tahammülü olmaması özgüvensizliğin de aynası olsa gerek. Şayet övmeyeceksen hakkımda konuşma diyor. Wittgenstein’dan bir atıfla; ‘başkalarının oynamaması gereken derinlikler’ i konuşmanın zamanı geldi sanırım.
Yabancılaşma ve dönüşümü irdelenerek edebiyatın edebiliği ve tanımlama teknikleri üzerinde duran biçimciler, deneysel metinleri geleceğin lirik ve şairane edebiyat türü olarak yorumlar
Savaşçıların inkar ettiği kamusal dünya düzeninde kaybolma korkusuyla iç(in)e çekilen ve kapanan şairin; dadaist metinden deneysel levhalara, paradoksçuluktan gerçeküstücülüğe, sembolizmden post-art’a ‘öteki’yle kendini ifade ederek, dışavurumcu eğilimlerle tepkisini koyar. İç’le dış arasındaki bölünmeye çözüm aramayı hiçleyen zihnin çetrefil kurgusudur bu aynı zamanda. Yalnızlaştırılan bireyin kaçış egzotizmiydi bu dönüştürme çabası. Bilinç artığının tanımsız inşası, yeni terminolojisiyle modern sonrasının zihin bulanıklığına da kılıf arıyordu belki. Edebi evrimin dinamikleri için kaçış egzotizmine bağımlanan bilinç “biçimsel keşfi” öngörüyordu.
Aynı sözcüklerin konuşma dilinde ve şiir dilinde kurmuş olduğu iletişim gücü, şiirin de gücüydü.
Şiirin nereye gittiğini daha net görebilmemiz için postmodern estetiğin heterojen yapısı içinde ‘eleştirel teorinin’ yeniden yorumlanması gerektiğine inanıyorum.
Neresinden bakarsak bakalım şiirin oluşum süreci aynadan kurguya yolculuk gibi görünse de, ‘direnen ve yaşamsal’ olanı barındıracaktır.
Poetik bilgi ve bilinç birikimine ters orantılı olarak nesnel eleştirinin arızi seyri sürerken
kamplaşma ve aktüel çıkarsamaların oluşturduğu “oğul, uşak ve bizim oğlana iaşe” keyfiyeti adına, ödül işleyişine tepki verme adına, ya da ivedilikle zoraki ödüllü şair ‘imal etme’ adına oluşturulan ve sürek avına dönüştürülen birçok ödül kurumu gerekli gereksiz icazet dağıtarak ‘ödül’lü şaire olan saygınlığı yitirmiştir. Kredi kartı gibi dağıtılan, “geçmişiyle ve geleceğiyle bağıntısını henüz kurmamış şairlere verilen ödüllerin şaire ve şiirimize katkıları nelerdir, sorusuna verilecek yanıtları gerçekten merak ediyorum. Ödüller şiiri tüketmek için değil, varsıllaştırmak için verilmelidİr.
Vazgeçilemeyen retorik ve kurulan metinler arası ilişkiler, geleneksel geleneğin modern şiir inşasında ana unsur olurken, geleceğin şiirinin, geçmişle olan damarlarını keserek kurulamayacağı dersini aldık.
Şiir, kendi için; simyadan otanmış sözlere, hurufattan işaretlere çok geniş bir dil yelpazesi oluşturur. Kurulan ‘söz’, insanın modernleşme süreciyle buluştuğu ölçüde gücünü ve etkisini de kaybediyor. Sözcüğün yüklenme gücü, şiirin yüklenme gücüydü. Belagatin daha girift ve yan anlamlılığına muhalefet ederken, imgeden ve kavramdan arındırılarak sadeliği, düzanlamı önceleyen, belleği zorlamayan şiiri bir asır rötarla konuşmak isteyen konuşsun. Çağdaş dilbilimciler ve semiyotikçiler dilin boğumluluğunu kavramsal geleneğe atfeder.
İfade (seslerin fonetik düzeyi) ve içeriksel (kavramların ve fikirlerin semantik düzeyi) düzlemi modern edebiyat teorisinin merkezi problemi olmuştur.
Kavramsal düşünceyi önceleyen Hegel’e karşın Kant, kavram yorgunluğuna gönderme yapar; ‘Estetik hüküm kavramsal ve mantıksal sebeplerden çıkarılamaz. İnsan zekâsı, esasında güzellikten kavramsız (olandan) zevk alır.’
Hegel, ‘Kant’ın düalist güzellik anlayışına karşı çıkmış ve sözlü sanattaki ifade düzlemi özerkliğini açıkça reddetmiştir.” (1)’
Romantik düşüncü Schlegel, dilin bilgiye engel olmadığını, ilhamın tükenmez kaynağını olduğunu söylerken dilin müphemiyetini ve çokanlamlılığının savunan Nietzsche, musiki sesinin felsefe içinde ulaşılmaz bir model olduğunu söyler.
Şiir, zihinsel bir yolculuktur. İmgenin ve şiirsel imgenin üst dille kurduğu inşa; şairin gör(ebil)me ve sezgi gücünü ortaya koyar.
Kurulan metin, söylenmiş sözle, söylenmemiş imaların dilini ararken ‘hayatın içinden’ olanı evirir.
İdeolojik duruşu anlama sorunsalımız var. Bizdeki sıkça tekrarlanan darbe ve postmodern darbeler, doğu duvarlarının yıkılması, denge niteliğindeki Rusya’nın çözülmesi diyalektiğin ve ideolojilerin sonu muydu? Doktrinleri sonralayıp geri çekilen şairin; daha bireyci ve daha öznel olması iktidarların muradına ermesi mi demekti?
Modern insan ikonlarını reddederken, ikonlarsız olamama sorunsalı modern bilincin de paradoksuydu. Tedirgin olan ve parçalanan bellek kendine ‘geri çekilme mekânları’ oluştururken, önü alınamayan kirlenmenin dayattığı çok katmanlı insanlık dramını kurguluyordu. Sanayileşmenin kaçınılmaz faturası hep orada bir yerde bekletildi. Göğün delinmesi, toprağın kuraklaşması ve ekili alanların eksilmesi, buzdağlarının erimesi, sona giden sinyallerini alana kadar. Sözün yeterince söylendiğini, muhatap bulamayan belagatin fazlaca lüks olduğunu söyleyen pesimist/protest zihin, kodladığı formlarla şiir ötesinin ipuçlarını ararken, kodlanan hayatın travmaya dönüştürdüğü bu görsel bilinç telâşını, ‘insan’dan vazgeçme pratiğine ihale ediyordu.
Son yüzyıl değişimiyle düzensizliği de getirdi. Gelenekler, yerleşik değerler, ekonomi, toplumsal ve siyasi yapılar adeta kendini inkâr ederek farklılaştı. Vassili Kandinski, atomun parçalanmasını dünyanın parçalanmasına eşdeğer görürken. Bu endişeyi de yaşıyor olmalıydı.
Prefabrikleşen ve sanallaşan teknocanavar, ‘İnsan’ı tahakküm altına aldı. Sahip olunanları korumak adına modernizmin yırtıcı kurmacasına muhalefet etmekte zorlanan zihin, bu tüketen ihtirasın karşısına koyabileceği katalizörlerden biri olan estetiğe her zamankinden daha çok ihtiyacı vardı.
Dünya savaşları, açlık, su ve petrol kavgaları, bozulan eko dengenin yırtıcı vahşetine koşut olarak sanata da yansıyor. Kırılmalar, geri çekilmeler ve kaçış egzotizminin hâkim olduğu yaralı bellek aidiyeti travma olarak görmeye başlıyor. İki büyük dünya savaşı ve sonrasında birleşik güçlerin Asya talanı geriçekilmede sonun başlangıcıydı. ‘Artık ciddi şeyler söylemenin çok fazla anlamı ve gereği yok,’ karamsarlığı şiirde inşanın/sözün aidiyetini sorgulattı.
Bizdeki darbeler ve Rusya’nın çözülmesi ‘ideolojilerin ve diyalektiğin hızını da kesti. Sanal da olsa, var kabul edilen dengeler bozuldu, ‘yırtıcı küreselleşme’ devasa mağazalar kurdu(rdu).
Büyük patronun ve taşeronlarının kan ticareti ve post darbelerle sürdürdüğü 3.dünya savaşları dizisi; hem siyasi ve ekonomik arenada, hem de kanlı savaşlar bağlamında adı konul(a)mayan yıkıma taşıdı dünyayı.
İktidarlar kontrol altına alınırken, fakirleş(tiril)en ve savaş(tırıl)an öteki dünya insanı, güzellik uykusunda mahsur kalmaya, gönüllü esrimeye itiraz etmedi.
Usta ve düzenbaz bir yönetmen karşısındayız. Dişlerini altınla kaplatan, güvercin ve gül motifini de yanına yerleştiren kırmızı başlıklı bu teknocanavar, dersine çok iyi çalışmış görünüyor. İnsan olma halini tüketmek adına, oyununu amatör figüranlarla bile rahatça sahneye koyabiliyor artık...
‘Bir şey söylememe’ protestosu, özgür bilinçte virüs olarak kendini çoğaltma şansını buldu. Olması istenen de buydu zaten. Aptal liderleri önce kullanıp, sonra atlasının günah keçisi yaparak, sonunu hazırlıyor. Aynı oyunu temcit pilavı gibi ısıtıp ısıtıp sofraya koyuyor. Ve bu sofra hiç boş kalmıyor. Sonra ne mi oluyor? Bitmeyen savaşlar sonrası tükenen halkın haklarını, varsıllığını, insanlığını havari kostümüyle mülkiyetine geçiriyor. Ülkemizin geleceğini bekleyen tehlikeler konuşulmazken; aydınıyla, delisiyle, velisiyle sürekli yapay gündemlerle geyik yapıyoruz. İçi doldurulamayan, şekilcilikten öteye gitmeyen birkaç argümanla yatıp, onlarla kalkıyoruz.
İnsan bu kurgusu değişmeyen sadece coğrafyası değişen komplodan paydasına düşen tecrübeyi edinmemekte bu kadar ısrarcı olmasının mantığı neyle izah edilebilir ki?
Şimdi; incik boncuk, patlayan borular ve ateş suyunun yerine ikonlaşan teknolojinin kanserli artığı olan mekanik/elektronik dünya nimetleri koyuldu.
Sıkıştırılan kötü enerji insanı dibe çekerken; şair de bu yabancılaşma/ kırılma ayinlerinden nasibini alıyor. Kimse kimseyi sevmiyor, kimse kimseye katlanamıyor, en küçük söz düellosu, yazınsal etiğin sınırlarını zorlayan kırıcı, patavatsız bir terminolojiye, polemikler zincirine dönüşüyor. “Eleştiri” kurumunun olmadığı bir yerde bu başıboşluk kaçınılmazdır.
Sanatçı, dolayısıyla şair, çok parçalı ve ayrıştırdığı dili ile yerkürede ne olup bittiğine anlam verme rehavetini sorgulamaya başladı. Kendini zulmün figüranı olarak dışardan seyretmekle yetiniyor gibi görünse de bu sancılı dönemin doğum öncesi sancısı olmasını diliyorum. Şairin; geleneğini tanıma, poetikasını tanımlama anlamında oluşturduğu yeni bilinç bu inancımı güçlendiriyor.
Böylesine kalabalık ‘şair ordusu’ olan bir ülkede, ters orantılı olarak şiiri her gün daha çok okunmaz kılan etmenler bulanıklığın öbür yüzü olsa gerek. Bu dağınıklığın müsebbibi hiç şüphesiz kavramların pratikteki karşılığının çok fazla iç içe girmesinden kaynaklanıyor. Eleştirisizleştirildik! Eleştiri(lme)ye kimsenin tahammülü olmaması özgüvensizliğin de aynası olsa gerek. Şayet övmeyeceksen hakkımda konuşma diyor. Wittgenstein’dan bir atıfla; ‘başkalarının oynamaması gereken derinlikler’ i konuşmanın zamanı geldi sanırım.
Yabancılaşma ve dönüşümü irdelenerek edebiyatın edebiliği ve tanımlama teknikleri üzerinde duran biçimciler, deneysel metinleri geleceğin lirik ve şairane edebiyat türü olarak yorumlar
Savaşçıların inkar ettiği kamusal dünya düzeninde kaybolma korkusuyla iç(in)e çekilen ve kapanan şairin; dadaist metinden deneysel levhalara, paradoksçuluktan gerçeküstücülüğe, sembolizmden post-art’a ‘öteki’yle kendini ifade ederek, dışavurumcu eğilimlerle tepkisini koyar. İç’le dış arasındaki bölünmeye çözüm aramayı hiçleyen zihnin çetrefil kurgusudur bu aynı zamanda. Yalnızlaştırılan bireyin kaçış egzotizmiydi bu dönüştürme çabası. Bilinç artığının tanımsız inşası, yeni terminolojisiyle modern sonrasının zihin bulanıklığına da kılıf arıyordu belki. Edebi evrimin dinamikleri için kaçış egzotizmine bağımlanan bilinç “biçimsel keşfi” öngörüyordu.
Aynı sözcüklerin konuşma dilinde ve şiir dilinde kurmuş olduğu iletişim gücü, şiirin de gücüydü.
Şiirin nereye gittiğini daha net görebilmemiz için postmodern estetiğin heterojen yapısı içinde ‘eleştirel teorinin’ yeniden yorumlanması gerektiğine inanıyorum.
Neresinden bakarsak bakalım şiirin oluşum süreci aynadan kurguya yolculuk gibi görünse de, ‘direnen ve yaşamsal’ olanı barındıracaktır.
Poetik bilgi ve bilinç birikimine ters orantılı olarak nesnel eleştirinin arızi seyri sürerken
kamplaşma ve aktüel çıkarsamaların oluşturduğu “oğul, uşak ve bizim oğlana iaşe” keyfiyeti adına, ödül işleyişine tepki verme adına, ya da ivedilikle zoraki ödüllü şair ‘imal etme’ adına oluşturulan ve sürek avına dönüştürülen birçok ödül kurumu gerekli gereksiz icazet dağıtarak ‘ödül’lü şaire olan saygınlığı yitirmiştir. Kredi kartı gibi dağıtılan, “geçmişiyle ve geleceğiyle bağıntısını henüz kurmamış şairlere verilen ödüllerin şaire ve şiirimize katkıları nelerdir, sorusuna verilecek yanıtları gerçekten merak ediyorum. Ödüller şiiri tüketmek için değil, varsıllaştırmak için verilmelidİr.